DEMOKRATİK DEVRİM ANCAK KÜLTÜR DEVRİMİ İLE GERÇEKLEŞEBİLİR

Entenektüel kesimin yani aydınların sıkça tartışmaya açtıkları ve yazıp çizerek
konuşup, tartıştıkları ‘DEVRİM’ konusunu iyi irdelemek adına bu tartışmalar
yaşanırken konuya ilişkin unutulan birkaç soruyu ben de sormak isterim;
Kırsallık toplumda ezici ağırlığa sahip ise, orada, içinde ‘kültür devrimi’
taşımayan bir “demokratik devrim” düşünülebilir mi, bu gerçekten mümkün
mü, olabilir mi?.
İkinci sorum; Orada yeni bir mülkiyet dokusu yaratarak üretim atılımı
yapılamıyor ise gerçekten bir ‘demokratik devrim’ düşünülebilir mi,
gerçekleşebilir mi?.
Ve üçüncü sorum; O ülkede veya toplumda bu ikisinin kaynaşmasıyla daha
büyük, yeni bir toplum boyutu oluşturmaksızın gerçekten bir ‘demokratik
devrim’ düşünülebilir mi, yapılabilir mi? S
Bu türden sorular, meseleyi iyice düşünmek ve doğru tartışmak için bir
başlangıç önerisidir. Sorular doğru ise verilecek doğru yanıtları da içinde taşır.
Bunlar 1940’lı yıllarda Cumhuriyetin özü için farklı başlıklara, sözcüklere
yansımış, kayıtlara geçmiştir. Ama zannediyorum bu şekilde sorulmamıştır.
Dahası 1945’ten sonraki süreçte hiç sorulmamıştır. 1960’lı yıllarla başlayan
1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü demokratik yıllardan 12 Mart 1971’de
gerçekleşen Askeri muhtıra dönemine kadar geçen süreçle yeniden yerleşmeye
başlayan sormama alışkanlığının 12 Eylül 1980’den sonra iyice yerleşmesiyle
2000’lere geldik ve şimdiler de bir süredir NE UMDUK, NE BULDUK? Demeye
başladık!.. 
Yaşı benim gibi 60’ına merdiven dayamış, 56-57 yaşında olanlar umarım
anımsayacaklardır; Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrası süreçte Türkiye’de
kapitalizmin ekonomisi artık dünyanın yeniden şekillendirmesine tabi oldu.
Dünya ise bir anlamda ‘örnek bağımlılık’ şablonuna dönüştü. Siyasal
modellerden her türlüsü ile buna uyumla oluşmaya başladı. Bu aşamada
öncelikle dikkat çekici olan, sosyalleşmeksizin ve olgunlaşmaksızın zenginleşen
taşra kesimi yani bir başka deyişle kırsal kesim olmuştur. O kapitalizmin bana
göre siyasal modelinin hem sonucu hem de ana yakıtıdır. O nedenledir ki, söz
konusu taşra zenginleşmesinde ortaçağ kalıntıları, hurafe ve feodal kalıntılar
pekişerek birlikte kapitalizme kalkan olmuşlardır. Kapitalizm, bunlarla iç içe, bir
yandan bünyedeki lümpen denilebilecek unsurları da daha önce olmadık şekilde

bağrına basmış, büyütmüş ve bir bakıma siyasal modele veya modellere
yerleştirmiştir. ‘Yeni Türkiye’ denilen günümüz tablosu hakkında da birkaç
kelam edecek olursak; Günümüz kapitalizmi de dünya çapında tablosunu
yenilemektedir. Yeniliklerini de iyice kuşanarak Türkiye’yi şekillendirmeye artık
daha iddialı ve etkili gelmektedir. Farkında mısınız bilmem ama her alanda
yepyeni kadrolar oluşturulmaktadır, mevcut kadrolar yenilenmektedir. 21.
yüzyılla birlikte dünyada ve elbette Amerika kaynaklı olarak yaşanan istisnai
likidite bolluğu Türk kapitalizminin yeni siyasal modeli ve unsurları için büyük
ikramiye gelmiş gibi olmuştur. Adeta ‘gökten para yağıyor’ dedirtecek ölçüde
ülkeye giren ve çıkan büyük hacimli paralar yeni ve büyük menfaatler yaratarak
örnek bağımlı ekonominin harcını ve sıvasını tamamlamıştır. Bir anlamda
sözünü ettiğim modele kan bağışı yapılmıştır. Bu sayede sermaye sınıfı
ekonomik varlığını gitgide büyütmüştür. Ama bu sermaye sınıfının kendine ait
öz siyasal eliti yoktu. O modelde yeni ve aktif unsur ‘lümpenler’ oldu. İlk kez
yönetimlere ağırlıkla damgasını vurdu. Tarih göstermektedir ki, lümpen
herhangi bir sosyal değere ve yükümlülüğe sahip olmayan kategoridedir. Zaten
Lümpen’in sözcük anlamına bakıldığında ‘ait olmadığı toplum kesiminin içine
tesadüflerle girmiş ayaktakımı’ anlamı çıkmaktadır. Onlar emeğe hasım, hatta
düşman gibi davranırlar. Bu negatif özellik onun için varlık ve yokluk
meselesidir. Çünkü örgütlü emeğin ve onu özümseyen toplum katlarının
yaygınlaştığı ölçüde lümpenlerin de varoluş nedeni ortadan kalkar. Onlar bunu
hisseder ve içgüdüleriyle sermaye kesimine veya genel anlamıyla egemenlere
sığınır, onlara fanatik militan gibi hizmet eder. Lümpenler daima zenginliğe ve
güce tapar. Lümpenler, sermayenin elitsiz oluşundan doğan boşluğuna
yerleşmiş, belirli oranlarda sermayeden teşvik de görmüştür. Bu türden
eşitsizlik ortamında zenginleşen taşra, bu havuzu sürekli besleyip büyüttü. Belki
de ilk kez birlikte yönetim gücüne kavuştular, Cumhuriyet değerlerinin,
kurumlarının tasfiyesi için adeta bir ‘misyon birliği’ üstlendiler.
Anımsayacaksınız, yazımın hemen başında 1940 ile 1945 yıllara atıfta bulunarak
önce kültür devrimi sonrasında demokratik devrimin gerçekleşebileceğine dair
kanaatimizi belirtmek için unutulmaması gereken sorularımızı yönelttik. Bugün
için bilmem farkında mısınız, o sorulara ve o sorulara verilebilecek doğru
yanıtlara ne kadar uzaktayız? Önce siyasetin, sonra okuryazarlığın ilgi ve
düşünce dışı bıraktığı kadar uzağız aslına bakarsanız!..
Yani, günümüzde hala kırsalda yaşayanlar kadar uzak değil miyiz? Geçmişe
öykünüp geleceğimizden vazgeçmek hastalığından kurtulmak gerekmiyor mu?
Yani orada çakılıp kalmayalım. Geleceğin sorularına uzaklığımız ne kadardır, hiç
merak etmiyor musunuz? Bu uzaklık ölçüsü merakı, mutlaka ilgi, bilgi ve
cesaretin bütünlüğü ile kavranabilen bir şey olmalıdır. Tarihin daima yeni
zamanlara açık ‘ANİ DÖNÜŞLER’ sunacağını asla unutmamak gerekiyor!..