Atatürkçü geçinenlerin hatta bilinenlerin dahi dilinde hep o söz, bilindik o klişeleşmiş deyim vardır; “Türkiye’nin 1946’da çok partili demokrasiye geçmesi…”

Bu söz aslında Türkiye’de 1946’dan önce demokrasinin olmadığına vurgu yaparak belirtmektir. Bu durumda söylenen o söz ile haliyle muhafazakârların ve liberallerin ‘çok hoşuna gidecek’ şekilde, 1923 ile 1938 yılları arası Atatürk ve 1938 ile 1946 arası İnönü dönemlerinin antidemokratik olduğu yani Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik bir düzenle yönetilmiş olduğunu kabul etmiş olunmaktadır. Aslında işin gerçeği; 1946 yılında demokrasiye değil çok partili siyasal düzene geçilmiştir. Atatürk’ün kurduğu CHP’nin ‘ALTI OK’ bayrağında o oklardan birine demokrasi’ adı verilmemiş olması da belki de yanlış bir biçimde “Türkiye 1946’da demokrasiye geçilmiştir” cümlesine dayanak oluşturmaktadır. Oysa o kast edilen ‘demokrasi’ aslında ‘Halkçılık’ ilkesinde vardır başından beri…

İlk anayasamız 1921 Anayasası’na temel oluşturan 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisinde kabul edilen ‘HALKÇILIK’ programı, aslında kelimenin tam anlamıyla demokrasinin ta kendisidir. Zaten demokrasi, en yalın haliyle, halkın kendi geleceğini belirlemesi, kendi kendini idare etmesi değil midir? ‘Halkçılık’ programı, bir anlamda şûralar yani meclis geleneğine dayanan bir sistemdir. ‘Halkın yerel yönetimlerde nahiye şûrasından başlayarak kaza, vilayet ve en üstte merkez şûra ile kendi kendisini temsilciler eliyle yönetmesi anlamına gelmektedir.’ Demokrasi ise; öyle bulanık bir kavram haline getirilmiştir ki asıl demokrasi olan halkçılığımız bile, bazı aydınlarımız tarafından demokrasiden sayılmamaktadır. Onların istedikleri varsa yoksa ABD’nin liberal demokrasisi midir acaba!..

Oysa ABD’nin liberal demokrasisi, halkçılığın yanında, hele de sosyalist demokrasinin yanında en az demokratik olanıdır. Bir defa Amerikan demokrasisi, ikisi de birbirinin aynısı olan iki parti modeli ile uygulanır. Adayları seçiciler seçer, seçilen aday da gerçekte en yüksek seçim fonunu oluşturan kişidir. Dolayısıyla asıl seçen sermayedir. Yani bu aslında düpedüz liberal demokrasidir. Liberal demokrasi de fiilen sermayenin halk üzerindeki diktatörlüğüdür. ‘Sosyalist demokrasi’ ise tersine halkın diktatörlüğü düzenidir.

Ne yazıktır ki, bugün benim gördüğüm; 2017’deki halkoylaması ile geçilen “Türk tipi başkanlık modeli” ile Türkiye de bu sözünü ettiğim ‘iki partili liberal demokrasi modeline doğru’ zorlanarak gitmektedir. Dikkatle bakarsanız diğer partiler, ancak iki merkezin etrafında kümelenerek kendilerine yer bulmaya çalışmaktadır. Bu iki merkez, müttefik olmayan ve seçime ayrı giren partileri, ‘diğer rakibe hizmet etmekle’ suçlamaktadır. Tamam, bunu en çok mevcut iktidar ve bileşenleri yapıyor ama örneğin ana muhalefet de aday gösteren sosyalistleri ve komünistleri bazı seçim bölgelerinde ‘iktidara hizmet etmekle’ suçlamaktan geri durmamaktadır. Böylece aslında halkın farklı eğilimlerinin parlamentoda temsil edilebilmesi epeyce iyice güçleşmektedir ama kimse farkında değildir, maalesef!...

Bu ‘iki merkezli’ ve de ‘iki kutuplu’ liberal model, aynı zamanda adayların belirlenmesi amacıyla yapılması bence kaçınılmaz biçimde zorunlu olan önseçimlerin yapılma olasılığını da epeyce zayıflatıyor. Böylece iktidarın zaten ‘salt sandığa’ indirgeyip daralttığı demokrasiyi, parti içi demokrasinin de güdükleşmesiyle iyice tırpanlanmış olmasıdır. Özetle 1920’lerin halkçılığından, tek adam rejimine, iki merkezli veya iki kutuplu üstelik ön seçimsiz modelle, aslında ‘yarım bir demokrasi düzenine’ gerilemiş duruma gelmiş oluyoruz aslında…

İşte o yüzdendir ki, 31 Mart’ta sandık başına gittiğinizde iyi düşünün ve doğru karar verin! Çünkü bu seçimler her ne kadar yerel seçim olsa da bence ‘köprüden önce son çıkıştır!..’