‘DEMOKRASİ KARIN DOYURMAZ’ DİYENLERE CEVABIMI YAZIYORUM..

Demokrasi karşıtı olan günümüz etnik ve dinci kisvesine bürünmüş popülist faşistlerin sürekli olarak sığındıkları savunma söylemi “Demokrasi karın doyurmaz” iddiası bana göre koskocaman bir yalandır. Tam tersine, Demokratik Rejim ve onun ana temasını oluşturan ‘Temel Hak ve Özgürlükler’ doğrudan doğruya insanların karınlarını doyuran ana unsur ve mekanizmalardır. Çünkü toprak ağalığına, dine, geleneğe ve kaba kuvvete dayalı olan bütün aile yönetimleri, yani bütün ortaçağ krallıkları, imparatorlukları, şahlıkları, padişahlıkları genellikle ama özellikle de yabancı toprakları fethedemedikleri zaman, çiftçilikle geçinen kendi tebaalarını bir başka deyişle uyruklarını yani yönettikleri insanları soyup soğana çevirirler. Nitekim bu soygun, normal zamanlarda tarladaki ürünün belli bir kısmının, örneğin yüzde onunun, vergi adı altında alınmasıyla gerçekleşir. Osmanlı’nın aşar veya öşür denen, ondalık vergisi böyle bir uygulamanın tipik ve bariz bir örneğidir. Savaşlardan ve yağmalardan elde edilen ganimetler azaldığı, yönetenlerin israfı çok arttığı zaman, bu soygun iyice zulme döner, köylünün, çiftçinin bütün ürettiğine hatta malına mülküne el koymaya kadar gider. Bu anlamda, köylü yani çiftçi, gerek Batı’da gerekse Doğu’da, özellikle de özel toprak mülkiyetine uzun süre izin verilmeyen, ancak18.ci Yüzyıl’da yavaş yavaş derebeyliğin gelişmesine boyun eğen Osmanlı’da, köledir. İşlediği toprağı veya tabi olduğu derebeyinin topraklarını terk etme hakkı yoktur. Osmanlı’da seyahat bile izne bağlıdır. Batı’da, birbirleriyle savaşan derebeyleri, yani baronlar, kontlar, markiler, dükler, prensler bile düşmanlarının topraklarından kaçıp kendilerine sığınan köylüleri daha doğru bir ifadeyle köleleri ya iade ederler ya da hain diye doğrudan kendileri asarlar. Böylece feodal krallıkların, imparatorlukların dayandığı “tarımsal üretim” aksamadan devam ederdi..

Bu düzen ancak Endüstri Devrimi ile bozuldu. Fabrikalar ve madenler, köle köylüleri bağımlı oldukları topraklardan ve bir ölçüde kiliseden de kopardı. Eskiden köle olan ve bütün hayatlarını efendilerinin emirlerine ve isteklerine göre yaşayan, onlar için üretim yapan köle köylüler, Endüstri Devrimi ile sermayedarların fabrikalarında, madenlerinde işçi olarak para karşılığı çalışan, ama hiç olmazsa kazandığı parayı istediği yerde, istediği biçimde harcayan yarı özgür işçiler haline geldi. Elbette toprak ağalarının, hanedanların, yani kaba kuvvet kullanarak, savaş kazanarak yönettikleri topraklara el koymuş olan aşiret reislerinin, din adamları tarafından desteklenen egemenliklerine son vermek, köle köylüleri yarı özgür işçiler haline getirmek hiç de kolay değildi. Endüstri Devrimi’nin itici gücü olan sermaye sınıfı, toprak ağalarına ve onları destekleyen din adamlarına karşı kanlı bir egemenlik savaşına girişti. Zaten bu yeni fabrikatörlerin, maden sahiplerinin bir kısmı eski toprak ağalarıydı. Onlar da ticaretten veya esnaflıktan, sanatkârlıktan gelen yeniyetme sermayedarlarla birlikte, işçi bulabilmek için eski düzene, toprak ağalığına ve din, kilise baskısına karşı savaşa katıldı ve sonunda, endüstriyel üretim yapanlar, egemenliği, tarım üretiminin ağalarının elinden aldı. İşte o zaman, eski köle köylülerden oluşan geniş kitleleri sömüren toprak ağaları ve din adamlarının yerini, eski köle köylülükten yarı özgür işçiliğe terfi eden geniş kitleleri sömüren sermayedarlar yani fabrika ve maden sahipleri aldı. Bu sömürü düzeni, yarı özgürleşmiş işçiler ve onları destekleyen aydınlar tarafından eleştirilmeye, sömürülen yarı özgür işçiler, üretimden adil bir pay istemeye, bu isteklerini savunmak için de tam özgürlük ve bunu sağlayacak “grev hakkı” gibi yasal dayanaklar istemeye başlayınca da Demokratik Rejimlerin tohumları atıldı..

Monarşilerden ve diktatörlüklerden Demokrasilere kadar, bütün siyasal rejimlerin iki ana görevi vardır: Üretim yaptırmak ve bu üretimi paylaştırmak.

Bütün Demokratik Rejim karşıtı ideolojiler, daha fazla üretim yaptırmak ama üretilen değerleri kendi ceplerine aktarmak, yani “geniş kitleleri daha fazla sömürmek üzerine kurgulanmışlardır. Aslında diktatörlük altında, kırbaçla, zorlayarak, insanların haklarını ve özgürlüklerini yok ederek onları köleleştirerek, daha fazla üretim yaptırmak yani daha müreffeh, daha zengin bir toplum yaratmak ideali de koskoca bir yalandır...

Çünkü insanlar kırbaç altında daha uzun süre ve daha ucuza çalıştırılabilirler ama daha yüksek verim vermezler. Bu nedenle de bütün Demokrasi karşıtı Faşist ideolojiler ya din gibi ya da ırk gibi mukaddes kimliklerden medet umarlar. O yüzdendir ki, ya kiliselerin ya da tarikatların ve cemaatlerin ittifakını arar ve geniş kitleleri mukaddes değerler üzerinden seferber etmeye çalışırlar. Ayrıca bütün Faşist yöneticiler ceplerini doldurmaya meraklı olduklarından yapılan üretimden, geniş kitlelere düşen pay sürekli azalır. Sonunda da insanların ceplerinde para kalmaz, mutfaklarında tencereler kaynamaz!

Bilmem anlatabildim mi?