Bugünkü yazıma halk arasında sıkça kullanılan bilindik bir özdeyişle başlamak en doğrusu olacaktır; “Cahile laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur!..”
‘Cahil sendromu’ ya da bir başka deyişle akademik veya entelektüel bir ifadeyle ‘Dunning-Kruger etkisi’ denilen kavram ile tanımlanan şekliyle yani ‘her şeyi bildiğini zanneden ve bunu her ortamda dile getiren yetersiz bilgiye sahip kişiler’ için kullanılır. Bu konuya ilişkin son birkaç yıldır bu sütunlarda epeyce yazmış, çizmiş ve sizlere ayrıntısıyla anlatmışlığım da vardır ama bu vesileyle ben bir kez daha bu konuya değinme gereği duydum. O yüzden şimdi anlatmaya devam ediyorum; Cahillerin kişilikleri ve de dolayısıyla egoları bu yönde gelişmiş olanlar sürekli olarak: “Senin için en iyisini ben bilirim, ben yaparım!” Tavrı ve havasındadır. Aslına bakarsanız; ‘her şeyin en iyisini, en doğrusunu bildiğini sananlara asıl gerçeği anlatmak çok ama çok daha zordur.
O nedenle halk arasında günlük yaşamımızda bu durumu çok güzel tanımlarız aslında. Bunun bir başka adı; ‘cahil cesaretidir!’
Ben bu sütunlarda yine yeniden bir kez daha değinip bir şeyler anlatmaya çalışırken amacım inanın tarihsel gerçekleri saptırıp, göz ardı ederek, yalan, yanlış bilgilerden derlenmiş ‘safsata dolu ezberler’ ile toplumun kafasını iyice karıştıranlara inat, bilinenlerin tam aksine geçenlerde üstat Soner Yalçın’ın da geçenlerde uzun uzadıya anlattığı gibi yalın ve katıksız gerçeklerle elbette kendime göre bir şeyler anlatmayı görev saymaktayım. Örneğin; güncelin gündeminde hiç inmeyen şu ‘Atatürk’ü sürekli tartışma konusuna’ hiç istemesem de bir kez daha girmek gerekirse!..
Atatürk’ün 1923’de Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraki süreçte gerçekleştirdiği devrimlerini çağdaşlık dışına çıkarıp, salt ‘batıcılık’ olarak tanımlayıp gösterilmesinin asıl nedeni bence ‘ters algı yaratmaya yönelik kara propaganda yapmaktır’ ne yazıktır ki!..
Bu noktada sanırım sizlere şöyle bir soru sormak en doğrusu olacaktır; Tarihte Türkler ile ilgili gerçeklerden oluşan hangi önemli bilgiler hangi lider veya hükümdar döneminde okullarda okutulan ders müfredatlarına sokulmuştur:
Sultan İkinci Abdülhamit döneminde “Osmanlı Kayı boyunun kökeni Moğol baskısı nedeniyle Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş Türklere dayanır. Osmanlı çöküş süreci; 1683 Viyana Savaşı, Kutsal Lig karşısında alınan yenilgiler ve Osmanlı döneminde ilk büyük toprak kayıplarının yaşandığı 1699 Karlofça Antlaşması ile başlamaktadır.
Osmanlı-Rus savaşları ve Avrupa devletleri karşısında alınan tüm yenilgiye sebep iç sorunların temel nedeni vardır. BU sebepler Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut'un dönemlerine göre çok daha modernist yaklaşımlarla yapılan ıslahat girişimlerine rağmen, yeniçerilerin otorite tanımaz, disiplinsiz serkeşlikleri, o dönemin bürokrat ve aydınlarının devlete karşı bağlılık ve sadakat duygularının zayıflığıdır.” Gibisinden gerçeğe dayalı bilgiler ders müfredatına sokulmuş ve okutulmuştur. Bu bahsettiğim ders müfredat kitaplarının diğer bir ortak vurgusu da 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanı ve onun getirdiği sonuçlardı. O süreçte Osmanlı’nın ekonomik ve kültürel anlamda yenileşme ihtiyaçlarının yapılandırılmasında, Tanzimat döneminde gerçekleştirilen reformların ana unsur oluşturduğu konusunda tam bir uzlaşma mevcuttu. Tüm bunlar 1876-1909 yılları arasındaki Osmanlı tarihine dair eserler ortaya koyanların kitaplarında ve de o zaman ki ders müfredatında yer alıyordu. Üstat Soner Yalçın’ın bahse konu o yazısında belirttiği gibi ‘TÜRK’ adının ‘muhteşem bir ırka’ mensup olduğunu yazan ders kitaplarına hiç itiraz etmeyen isim bugün kimilerinin aşırı yücelttiği kimilerininse kötüleme gayreti içine girdiği padişah 2. Abdülhamit Han idi. Tarihte kimi uygulamalarıyla ‘katı sansürcü’ kimliğiyle bilinmesine rağmen coğrafya derslerinde, ‘hükumet-i mutlaka, hükûmet-i meşruta ve hükûmet-i cumhuriyye’ kavramlarının öğretilmesine de kesinlikle karşı çıkmayan yine sultan ikinci Abdülhamit idi.
Ta o yıllarda ilköğretimi zorunlu yapan da okullaşma rekoru kıran da oydu. Örneğin, 1877′de İstanbul'da sadece 200 modern ilkokul varken, 1905 yılında 9 bine çıkaran, 33 yıllık saltanatı boyunca her yıl ortalama 400 ilkokul açan da yine İkinci Abdülhamit idi. Yani İkinci Abdülhamit dönemi eğitim anlayışına genel olarak bakıldığında ‘reformcu/ modernist’ yönün ağır bastığı açıkça görülür. ‘Batılılaşma’ denildiğinde, ‘Batılı öğretim müfredatı’ denildiğinde, ‘modernleşme’ denildiğinde ‘Türk’ denildiğinde, ‘Türkçe’ denildiğinde İkinci Abdülhamit’in yaptıklarını bizim o ‘cahil sendromu iliklerine kadar işlemiş sözde muhafazakâr üniversite mezunu güruh’ her nedense bir türlü görememektedir. Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi döneminin diğer Osmanlı Paşaları da bu müfredatla yetişmişlerdir. Hiç Kuşkusuz ki birkaç tane kız mektepleri açmasına rağmen, kadına bakışı Atatürk’ten çok farklı olmakla beraber Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, inanın bu anlatageldiğim Osmanlı müfredatının takibini yapmış, bir anlamda izini sürmüştür. Ama bizim ‘kimi süzme aptal, cahil cühela takımından hallice çakma ve sözde muhafazakar aydınlarımız(!) yıllar yılı İkinci Abdülhamit ile Atatürk karşılaştırmasını her durumda gerekli/gereksiz yapmaktan’ bir türlü bu tarihsel gerçekler ışığında sağlıklı tartışma ve değerlendirmeleri nitelikli biçimde yapamamaktadır. Oysa tıpkı üstat Soner Yalçın’ın geçenlerde benzer bir yazısında dile getirip vurguladığı gibi ‘İkinci Abdülhamit de bizimdir, Atatürk de bizimdir!..’
Ben böyle demiyorum ama böyle diyenlere de birazcık da olsa hak vermiyor değilim!
Kim ne derse desin, kim ne söylerse söylesin; ispatlanmış, gerçek doğrular daima ‘TEK’ dir!...
Yorum yapın