Bugün 23 Nisan 2022 Cumartesi. Yani Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920 tarihinde toplandığı önemli günün 104. Yıldönümü. Yarın ise 24 Nisan Pazar günü. Sözde Ermeni soykırımı yapıldığına dair iddiaların sürekli gündeme getirilerek tarihimizin ve ulusumuzun karalanmaya çalışıldığını günün 109. Yıldönümü.
Benim gibi köşe yazarı gazeteciler yazılarını birkaç gün önceden kaleme alırlar, hazırlarlar. O nedenle yazılarının çoğu ‘bugün’ diye başlar ama aslında bir veya iki gün öncesinden yazılmıştır. Yani bir yıldönümünün doğal duygularıyla değil, epey yapay duygularla ve çoğu kez yazı tekniğinde cambazlıklar yapıp, hüner göstererek yazılar bu yapaylıktan kurtarılmaya çalışılır. Bazen tutar, bazen tutmaz, bazen de sırıtabilir. Yıllar yılı yaza yaza epeyce deneyim kazandığım için bu işlerde kıdemli sayılırım. Öteden beri öylesi yapay, yapmacık yazılardan pek hoşlanmam. Ama yaptığımız işin doğası gereği ve gazete sayfalarını hazırlayan genç arkadaşlarımı zorda bırakmamak için aslında ‘yarın’ olan ancak ‘bugün’ diye başlayan yazılarımı bu şekilde kaleme almak zorundayım. Yani bugün 23 Nisan’ın yarın 24 Nisan’ın yıldönümüdür.
Sanırım ve umarım ne demek istediğim anlaşılmıştır. O halde bugün 23 Nisan’dan söz edeceğim, yarın ise 24 Nisan’dan...
Tam 104. yıl önce bugün Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. 23 Nisan'a bugünün gözlükleri ile bakıp, bugünün değerleri ile teraziye vurursanız söylenecek söz çoktur, aslında!..
Dünkü yazımda da söz ettiğim gibi, kimileri 104. yıl önce seçilmiş 337 milletvekilinden açılış günü onlardan sadece 115’inin Ankara’da bulunabildiğine bakıp “Abartmayın canım, daha kuruluşu bile sakattı. Salt çoğunluk bile sağlanamadan toplanılabildi.” diye dudak bükebilir. Bununla da yetinmez bazıları 337 milletvekilinin seçilişine kafayı takar, “Seçildiler mi, atandılar mı orası kuşkuludur. Sandıklar kurulup adayların ortaya çıkıp yarıştığına ilişkin hiçbir belge, bilgi, tanık bile yoktur.” deyip büyük bir savaşı kaybetmiş, topraklarının büyük bir bölümü işgal güçlerince paylaşılmış, ulusal kurtuluş savaşı vermeye hazırlanan bir ülkede 21. yüzyıl demokrasisinden yansımalar da arayabilirler!
Ancak dünkü yazımda da belirttiğim gibi böylesi ilkelliklere ve sığlıklara kapılmayacak, ‘laf ola torba dola’ gibi gevezeliklere asla tenezzül etmeyecek benim gibi kalibrede olanlar ise 1920’de atılan o büyük, o anlamlı ve o pek zorlu adımı bugün hangi adımların izlemesi gerektiği üstüne rahatlıkla kafa patlatır, ahkam kesebilirler. Bu sütunlarda anlatmaya çalıştığım gibi 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeryüzündeki çoğu imparatorluklar çatırdamaya başlamıştı. Zaten daha öncesinde “Yeni Dünya” denen ve sınırsız doğal kaynakları ile göz kamaştıran Kuzey Amerika yani bugünün ABD’si İngilizler ile Fransızlar arasında “Benim, hayır senin değil, benim” kavgasının arasından sıyrılıp bağımsızlığına kavuşmuştu. Ardından Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri tırmanmaya başlamıştı. Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen hanedan devletleri olmuşlardı. Balkan Savaşı’nın yol açtığı elverişli koşullarda Balkanlar’da art arda ‘yeni ulus-devletler’ doğmaya başlamıştı. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus-devletlerini kurdular. 20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus-devletler devrimci birer adımdılar. Sömürgeci, baskıcı imparatorluklar yıkılıyor, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmaya yönelik ekonomik politikalar izleyen, milliyetçilik ideolojisine sarılmış ulus-devletler kuruluyordu. Bu büyük çalkantılar döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler, trajik ikilemler yaşadılar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaştılar. Belki de bu ‘beyhude’ bir direnişti. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı büyük ölçüde silindi, kalanları daha doğrusu kalıntıları ise sadece kağıt üstünde kaldı. Ardından Birinci Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi aldı ve bu kez Anadolu işgal edildi. Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Anadolu’yu paylaştılar. Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılmıştı. Ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası Türklere gelmişti. Böylece ‘Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’ başlamış oldu. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919’u Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihi kabul edenler vardır. Bu mümkündür. O başlangıcı Erzurum ve Sivas kongreleri olarak gösterenlerde vardır, bu da mümkündür. Ama bence Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün gerçek bir ulus devletin, Türk ulus devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ diyerek noktayı koymuş, ulus devletler trenine son anda binmiştir.
O nedenle lütfen altını kalın çizgilerle çizelim; 20. yüzyılın başlarında bir ‘ulus devlet’ kurmak ve ideoloji olarak milliyetçiliği benimsemek ilerici, devrimci bir tercih, bir yönelimdi. O nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu devrimci adımın ete kemiğe büründüğü kurum olarak kabul edilmelidir. 23 Nisan 1920’de o muazzam adımı atanları büyük ayakta ‘alkışlamak’ boynumuzun borcudur. Ulusumuzun ve ulusumuzun geleceği çocuklarımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun!..
Yorum yapın