BU MEMLEKETİN ÖLÜMSÜZLERİ..

Antik Yunan inancında tanrıların ve tanrıçaların içerek ölümsüzlüğe ulaştıkları
büyülü suya, ‘NEKTAR’ yani ‘ölümsüzlük suyu’ denmektedir. Bu memleketin
ölümsüzleri yani ölmeyenlerimiz de bu sudan içmiş olmalılar, diye
düşünüyorum. Gerçekten de bu memleketin topraklarında binlerce yıldır,
yüzlerce yıldır, onlarca yıldır ölmeyenlerimiz mevcuttur. Örnek vermek
gerekirse ki gerekiyor; 2 bin 500 yıldır yaşayan Sokrates’imiz, bizim Eflatun
dediğimiz Platon bu toprakların çağlar öncesinden ölümsüzleridir. Yakın
tarihimize gelirsek Nâzım Hikmet’imiz, Yaşar Kemal’imiz, Aziz Nesin’imiz vardır
bizim ölmezlerimiz arasında..
Onlar bizim ölmezlerimize en belirgin örneklerdir. Onlar asla ölmeyecek
olanlarımız, bizlerde yaşayan, bizlerde yaşayacak olanlarımız, ölümsüzlük
pınarının suyunu içmiş olanlarımızdır. Onlarda “Kültürel DNA” mevcut
olduğunu görüyorum. Çağdan çağa gelen, insandan insana geçen “kültürel
DNA”  olmasaydı eğer “hümanizma” nasıl yüzyıllar boyu yaşardı, diye
düşünüyorum. Dahası çağlar boyu, dönemler arasında “Kültürel
Aydınlanma” nasıl olur, nasıl sağlanırdı, nasıl günümüzün ışığı olurdu, Hiç
düşündünüz mü?..
“Rönesans ve aydınlanma” denildiğinde, bu kavramlar her dile getirildiğinde,
bu sözleri her duyduğumda hep aklıma İlhan Selçuk gelir. Sadece o mu; “Önce
Ekmekler Bozuldu” diyen Oktay Akbal, Ömrü boyunca hep doğruları
savunan Sami Karaören, Kalpaksız Kuvayı Milliyeci diye hep anılan Uğur
Mumcu, Cumhuriyetimizin ve Cumhuriyet devrimlerinin yılmaz aydınlanmacı ve
daima savunucusu Ahmet Taner Kışlalı, uygarlığımızın “kültürel DNA” larının
onurlu taşıyıcılarıdır. Bana göre onlar, insanlık ışığını elden ele geçirenlerdir.
Günümüzden bir örnek vermek isteyince Fazl Say’ın babası Ahmet Say da bu
ışığı elden ele geçirenler arasındadır.
Yazımın burada kadar olan bölümünde anlatmaya çalıştığım gibi, Sami
Karaören, Türkçenin her sözcüğünde, Tufan Türenç her doğru karşı çıkışta
yaşayacaktır. Çünkü Kültürel DNA’lar, geçmişin değerlerini geleceğin
kurtuluşuna taşıyan en büyük emanettir. Tüm bunların ötesinde elbette
yaşayan ölüler de vardır. Dahası soluk alan ölülerde mevcuttur. Boşuna oksijen
tüketenlerdir onlar::

Onlar asla olan biteni hiç görmeyenler, görmek istemeyen, başlarını öte yana
çevirenlerdir. Onlar zulümden korkanlar, haksızlıklara hiç ses çıkarmayanlardır.
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyenlerdir. Rahatları bozulmasın,
diye kötülüklerin ortağı olanlardır. Dahası onlar; Zalimlerin zulümleri hep
sürecek sananlar, “Bana kimse hesap soramaz!” diyenlerdir. Çağlar önce
Sokrates’e ölüm cezası veren unutulmuşlar, emir alıp haksız kararlar veren
zulüm ortakları, devri İktidarları hiç bitmeyecek sananlardır onlar..
Bunlar yani o zalimler elbette yaşayan ölülerdir. İnsanlığın unutmayacağı
kötülüklerin ibret verici örnekleridir. Hepsi gelip geçmiştir, büyük acılar
bırakarak gitmişlerdir. İnanıyorum ki, yine öyle olacaktır. Onlar da büyük acılar
bırakarak gideceklerdir. Yazımın sonlarına yaklaşırken ölmeyen Atatürk’ten de
bahsetmek gerekiyor. Atatürk ölmeyecek olanlardandır. O tutsak edilmeye karşı
çıkan her özgürlük savaşçısının kılıcı, Dogmaların kuşatmasını yerle bir eden
uygarlık öncülerinin ışığı, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’tür. O daima ölmezlerin başkomutanıdır. O nedenle
ölmeyenlerin neden ölmediğini anlamak gerekmektedir. Ben sizlere işte bunu
anlatmaya çalıştım. Eğer anladıysanız işte o zaman, yaşamak budur. Yaşamak,
bunu bilmektir...