‘Ne hikayesi, hangi hikayeyi anlatacaksın?’ Diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ama lütfen biraz sabırlı olun. O meşhur öyküyü sizlere nakletmeden önce benim mesleki özelime ve 30-35 yıl öncesine dayanan bir bakıma ‘Balıkesir’in siyaset özeline ilişkin’ anlatacaklarımı öncelikle dinleyin yani okuyun sonra da sizlere söz ‘BENCE TAM SIRASI’ ve ‘TAM ZAMANI’ dediğim o meşhur öyküyü sizlere anlatacağım;
Benim gibi, gazetelerde günlük olarak makale yazan köşe yazarlarının çoğunluğu, herhangi bir konuyla ilgili yazıyı kaleme alırken, öyle sanıyorum ki, öncelikle şunu düşünürler, düşünmek zorundadır; ‘Daha önce yani dün aynı veya benzer konuda yazdıklarımla, öne sürdüğüm fikirlerle, bugün yazdıklarım veya yazacaklarım, örtüşüyor mu ne kadar benziyor veya ne kadar, birbirine zıt!..’
O nedenle ‘herhangi bir gazeteci veya yazar, yıllar önce, aynı veya benzer konularda, haber yapmış veya şimdi yazdıklarına tamamen tezat, zıt ve aykırı biçimde yazmış ise, şapa oturmuş, gazeteci-yazar kimliği zedelenmiş, eğer varsa karizması çizilmiştir.’ şeklinde kabul edilir. Bunun lamı, cimi yoktur, başka bir türlü tarif edilmesine veya analizinin yapılmasına da o yüzden gerek yoktur!
Bana göre; ‘Küçücük menfaatler, içinde kişisel hesapların yattığı ihtiraslar, içlerinden bir türlü söküp atamadıkları öfkeleri ve zehirli kinleri uğruna, dün başka, bugün ise düşünüp bambaşka davranmak, haysiyetsizlik ötesinde, omurgasızlık ve kimliksizlik olarak tanımlanabilir!’
Çok şükür ki; ‘37 yılı aşkın bir süredir içinde bulunduğum Balıkesir basını ve medyasında bendenizin ‘BİR KEZ TEKRALIYORUM’ böylesi zikzakları asla görülmemiş ve asla da görülmeyecektir. Bundan emin olunuz!..’
Bütün bunları neden yazıyor ve sizlere anlatıyorum, biliyor musunuz?
Bu sorunun yanıtını bu vesileyle biraz daha eskilere giderek tane tane anlatma gereği duyuyorum. Anlayana bilenlere elbette ki!..
Meslek yaşamım boyunca 1989 yerel seçimlerinden başlayıp bugüne kadar geldiğimizde tamı tamına sekiz yerel, on genel seçim, üç Cumhurbaşkanlığı seçimi olmak üzere toplam yirmi bir seçim, dört de halkoylaması geçirdim. Demem o ki, 1989 yerel seçimlerinde henüz çiçeği burnunda bir muhabir olsam da mesleki açıdan nerede ve nasıl ama daima dimdik durmuş isem, bugünde aynı duruş ve mesleki kimliğimle o erdemliliği sergilediğime, yine sergileyeceğime, kararlılıkla göstereceğime inanıyorum.
Daha önce bazı yazılarımda dile getirdiğim gibi, 1990’lı yıllarda, sıkça görüştüğüm için olsa gerek o zamanlar aramın çok iyi olduğu söylendiği, çok yakın durduğum iddia edilen ‘Doğruyolcu’ diye bilinen siyasetçi takımına; ‘Şunları doğru, bunları yanlış görüyor, açıkça gözlemliyorum, 1991’den sonra her girdiğiniz seçimde, yükseleceğiniz yerde indikçe iniyorsunuz, bu gidişle, korkarım dibe çakılacak ve parlamentoya dahi giremeyeceksiniz!’diye söyleyen de, kıyasıya eleştiren de, dostça uyarılar da bulunan da bendim, 28 Şubat sürecinde, ‘Gazetelerdeki bazı haber kupürlerine, maksatlı atılan manşetlere bakılarak televizyonlardaki Fadime Şahin haberlerine dayanılarak, onun bunun gaz vermesiyle, kışkırtmasıyla hükümet düşürülmez, parti kapatılmaz, bu işin altında mutlaka başka işler ve ince hesaplar vardır!’ diye uyaran ‘GAZA GELMEYİN’ diyen de bendim, hiç zannetmiyorum ama belki anımsayanlarınız olacaktır!.
O dönemleri ve o günleri anımsayamayanlar, söylediklerime inanmayanlar; gazetelerin ve o yıllardaki yerel radyo, televizyon arşivlerine bir göz atsın veya dönemin hayatta kalmış, tanıklarına sorsunlar!..
O dönemde, bazı meslektaşlarım ve sözde arkadaşlarım, kurulan hükümetlerde, koalisyon ortağı olarak, adeta dönüşümlü biçimde yer alan, iktidarı ucundan da olsa tutan, DYP ve ANAP’ın Balıkesir’deki uzantılarına ‘yaranmak amacıyla yağ çekme’ dolayısıyla ‘menfaat yoluyla medet umma’ yoluna gitmişlerdi. 28 Şubat sürecinde ise, onların her biri ‘sahte Atatürkçü’ ve ‘sözde ilerici, keskin Cumhuriyetçi, herkesten fazla sözde laikçi’ kisvelerine bürünerek bugün beraber namaza durdukları, lokma hayırlarına katıldıkları inançlı görünen siyasi isimlere, ‘tu kaka’ demişler, dışlamışlar, ‘irticacı ve yobaz’ ilan etmişlerdi. Bu durumu, o zamanlar, kimileri gibi bendeniz ‘Makyavelist’ yaklaşımlarla ‘Oportünist’ davranmak şeklinde yorumlarken, şimdi ise ‘aslında gereğinden fazla nezaket göstermişim’ diye düşünüyorum. Bugün bile onlar gibilerine, ‘Makyavelist’ veya “Oportünist’ demenin, çok az geldiğini, o durumu tarif ederken ‘haysiyetsizlik’ ötesinde ‘omurgasızlık, kimliksiz ve kişiliksizlik’ olarak bir tanımlama yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum hala…
Meseleyi siz saygıdeğer okurlarımın daha kapsamlı anlayıp kavrayabilmesi amacıyla geçenlerde NEFES gazetesindeki sütununda Memduh Bayraktaroğlu efsaneleşmiş, yüzyıllar boyu anlatılagelmiş Bursa’da geçen bir Anadolu öyküsünü anlatmış. Ben de bu kısa öyküyü sizlere aktarmak istiyorum; Osmanlı döneminde Bursa’nın başkent olduğu yıllarda varlıklı olduğu bilinen bir Müslüman bir sebil çeşme yaptırmış ve çeşme üzerindeki kitabeye(yazıta) şunu yazdırmış: ‘Bu sebilden su içmek her kula helâl, Müslüman’a haram!’ Bu yazıyı görüp okuyanlar hemen o hayırseveri Bursa kadısına şikâyet etmişler. Çeşmeyi yaptıran o hayırsever apar topar yakalanıp kadının huzuruna getirilmiş. Kadı sormuş: “Hem hayrattır, sebildir, diye çeşme yaptıracaksın ama hem de suyunu içmeyi Müslümanlara yasaklayacaksın! Bu ne demektir?” diye azarlamış o hayırseveri. Hayırsever utana sıkıla cevap vermeye başlamış: Müsaade edin anlatayım ama delil, ispat şarttır!” demiş. Kadı gürleyerek yanıtlamış, sözünü kesmiş hayırseverin: “Ne delili ne ispatı, sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, seni katletmek vaciptir!” Çeşmeyi yaptıran adam ısrarla itirazı sürdürmüş: “Bunu nasıl delile dayalı ispatlanacağını bir tek Sultanımıza söylerim” demiş kadıya. Bunu üzerine kadı sultanın haberdar edilmesini istemiş ve sebil çeşme yaptıran o hayırsever sultanın huzuruna çıkarılmış. Sultan sormuş; “Bu nasıl bir iştir. Hem sebil çeşme yaptırırsın hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın? Nedir bunun sebebi?” Demiş hiddetlice. Sultana verilen cevap şu olmuş; “delilim vardır Sultanım ama ispat ister!” Sultan azarlayarak yine sormuş; “ya dediğin gibi delilin sağlam çıkmaz ise?” Hayırsever kendinden gayet emin biçimde şu karşılığı vermiş; “O zaman boynum kıldan incedir. Vereceğiniz hükme razıyım. Vurursunuz boynumu!” Bunun üzerine sultan emretmiş; “bırakın ispatlasın delilini!” Demiş. “Sultanım, herhangi bir havradan ve de hiçbir gerekçe olmadan herhangi bir camiden veya mescitten bir imam veya müezzini tevkif edip tutup getirin. Her birini birbirlerinden habersiz ayrı hücrelere hapsedin. Sonra da hem Musevi hem Hristiyan hem de Müslüman ahaliye haber salın ve bekleyin bir bakalım ne olacak?” Demiş. Çeşme yaptıran o adamın dediği sultanın emriyle yerine getirilmiş. Bir haftaya kalmamış Musevi cemaati, Hristiyan cemaatle birlik olmuş ve Bursa meydanında gayet kalabalık bir biçimde toplanıp hahamın ve papazın derhal serbest bırakılması için nümayiş etmeye tepkilerini sultana duyurmaya başlamış. Yükselen sesleri, tepkileri duyan sultan haham ile papazı ertesi gün serbest bırakmış. Ancak yaka paça tevkif edilen imam için Bursa’daki Müslüman ahaliden bir tek kişi bile sesini çıkarmamış, tepki göstermemiş. Aradan değil bir hafta bir aya yakın bir süre geçmesine rağmen Müslüman ahaliden bir tek kişi bile “yahu nerede bizim hocamız imamımız, nereye neden götürdünüz onu?” Dememiş diyememiş. Üstelik o tevkif edilen imam hakkında ahali arasında dedikodu bile başlamış: “Bizler de onu alim adam bilirdik, onu hocamız bellemiştik, meğer kafirin tekiymiş. Öyle olmasaydı sultanın buyruğuyla alıp götürürler miydi hiç?” Başta sultan ve kadı kadı çeşmeyi yaptıran o hayırseverle birlikte olup biteni şaşkınlıkla izlemişler bir süre daha. Sonunda sultan, o çeşmeyi yaptıran adama merakla sormuş: “Ne olacak şimdi?” Diye. Çeşmeyi yaptıran adam kendinde emin biçimde karşılık vermiş sultana “şimdi Sultanım irade buyurun, emredin ne olur, bu vaziyette böyle yapan Müslümanlara bu sebilden su içmeleri hiç helâl edilir mi?” Sultan hayıflanarak şu cevabı yapıştırmış hemen; “Bırak suyu, hava bile haram bunlara hava bile haram!..”
Yorum yapın