BENCİLLİĞİN DIŞA VURUMU GÜNCEL HAYATA YANSIMASI

Bugün biraz da felsefe yapalım istedim. Psikoloji de “Bencillik” diye adlandırılan insanın yaşamın içinde tüm evrelerinde her türlü ortam ve koşullarda kendini önceleyen tutum ve davranışlarıdır. Konuyu biraz daha açmak ve detaylandırmak için Doktor Daniş Navaro’nun geçenlerde bir gazetede yayımlanan makalesinden kısmi alıntılar yapacağım. İngiliz Ray Bilington, “Felsefeyi Yaşamak”adlı yapıtında “Eğer bütün eylemlerimizin öz çıkar güdülenimiyle yapıldığı kanıtlanabilirse, bu dayanılmaz bir şey olmaz mı” diye sormuştur. Aslında biliyoruz ki insan denen varlık, özünde, hem yardımlaşmayı, dayanışmayı, birbirine sevgi ve saygıyı barındıran bir toplumsallık hem de çıkarlarını gözetmeyi içeren bir bireysellik özelliğiyle donatılmış bir varlıktır. Buna karşılık Bilington’ın da korkularını doğrular bir şekilde, gerçekten de, neoliberalizm tarafından on yıllardır şekillendirilmekte olan iş dünyasının günümüz koşullarında, çoğu insanın ve kurumun, eylemlerini kayıtsız şartsız bir şekilde yönlendiren biricik motivasyonu, “çıkarlar, çıkarlar ve başka hiçbir şeye” dönüştüğü görülmektedir. 17. yüzyıl filozofu Thomas Hobbes’ın siyaset felsefesi öğretisinde geçen deyişinden esinlenerek söylersek, “herkesin herkesle savaşının” tam da ortasındayız sanki!. 

Son büyük krize bakalım. Amerika’daki emlak balonuyla başlayan 2008 küresel krizi aslında ekonomik kökenli bir kriz değildi. Uzun yıllardan beri birikmekte olan etik kokuşmuşluğun dışa vurumuydu. Ev sahibi, broker, konut kredisi bankası, yatırım bankası, kredi derecelendirme kuruluşu ve merkez bankası, ilgili süreçteki bu altı temel özne, çıkarcı, bencil, açgözlü ve açıkgözlü emellerine köle olmuşlardı, bile bile yalan, aldatmaca, hile gibi etik dışı tutumlardan sakınmamışlar ve tüm dünyayı, milyonlarca kişinin evsiz ve işsiz kalacağı, milyonlarca ailenin yıkılacağı bir krize sürüklemekten çekinmemişlerdir.. 

Neden şirketlerin etik bildirgeleri bu kadar revaçta? Neden iş dünyasında etik sempozyumları giderek artıyor? Neden yönetim süreçlerinde, şirketlerde, denetim, uyum ve benzeri yeni mekanizmalar oluşuyor, bu konuda departmanlar kuruluyor? Tüm bu gelişmeler, iş etiğinin “salt çıkar etiğine” dönüşmesiyle yaşanmakta olan muazzam etik çöküşün ayak sesleri mi acaba?

Erdem ve ödev etiği önemsenmeyip, fayda etiği de salt hayvansal içgüdülerin yönlendirdiği bir çıkar etiğine dönüşünce özne, birey olsun kurum olsun, hedefine ulaşma yolunda, her türlü kıvrak hamleyi içeren, aldatmaca, yanıltmaca, kurmaca, gerçeği eksik iletme, yalan söyleme, gerçeği kasıtlı saptırma, söylemi bulanıklaştırma, karşısındakini saf yerine koyarak sömürme, çelişkili ve tutarsız iddialarda bulunma, haksızlıkları görmemezlikten gelme, gerçeği aslı astarı olmayacak şekilde ve işine geldiği gibi öyküleştirerek sunma, duyguları istismar etme, yanıltıcı referanslar sunma, temelsiz retorik ve abartı, ikiyüzlülük, kulağa hoş gelen ama bilgiyle temellendirilmemiş dezenformasyon üretme, önyargılar veya değer biçmelerle davranma, kişiselleştirme, ahlakdışı olarak açığa çıkanı mantığa bürüyerek meşrulaştırma gibi alışkanlık haline getirdiği davranışlarla iş görüyor. Evrensel değerler, hakkaniyet, adalet, eşitlik, özgürlük, emek, kardeşlik, dayanışma, bunların hepsi ve daha da fazlası sekteye uğruyor. Değer erozyonu safhasını da aşmış bir şekilde değersizlik ya da değerler yoksunu iş öznesi dönemi başlıyor. Açıkça söylemek gerekirse bunun adı: Etik felakettir!.. 

Erdem etiği, Sokrates’ten, Platon’dan, Aristoteles’ten zamanımıza kadar süregelen öğretiye göre, hem eyleyenin hem de eylemin birbirinden dışlanamayacağı bütüncü ve kapsayıcı bir anlayışa bağlı olarak etik değer taşıyan davranışlar üzerinde yükselir. Bu çerçevede eylemin eyleyenden bağımsız bir etik değeri olmaz. Yani özne ve eylem, birbirinden ayrıştırılamaz karakterdedir. Öznenin etik karakter taşıması elzemdir; aksi takdirde eyleminin asıl amacının çıkarlarına hizmet mi yoksa doğruluğa hizmet mi olduğunu anlayamayız. Eylemin de tabii ki doğru olanı gözeten bir şekilde gerçekleşmesi gerekir. Erdem etiğine göre, etik bir kişinin giriştiği eylemin etik bir karakter taşıyıp taşımadığını bilmemiz için onun kişi tarafından bilerek, isteyerek, sonuçlarının önceden ölçülüp biçilerek ve belli değerlere bağlı kalınarak yapılmış olup olmadığını, kısaca kişinin karakterinin ahlaki yapısından kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmemiz gerekir. Aksi takdirde, eylem doğruymuş gibi gözükse hatta doğru olsa bile, aslında tesadüfi olma ve ahlaki endişe taşımama riskine sahiptir. Karakterinde bütünlük, adalet, hak, hukuk, sorumluluk, güven gibi unsurları taşımayan birinden her bir eyleminde bu değerleri gözeterek davranmasını bekleyemezsiniz. Eskilerin iş dünyasında kişiye gerçek anlamda “itibar” sağlayan şey, erdem etiğidir. Oysa havalı misyon-vizyon-değerler bildirgelerine rağmen eyleminin kurucu ilkesi olarak erdem etiğini benimseyen kişilerin ve kurumların sayısı giderek azalıyor. Richard Sennett’in dediği gibi müthiş bir “karakter aşınması” devrine girmiş bulunuyoruz. Ödev etiği, büyük filozof Immanuel Kant’ın öğretisi, kişinin, koşullar ne olursa olsun öz çıkarlarına göre değil de doğru olanın, ilkenin, ödevin gerektirdiği şekilde eylemesini öngörür, bu tutumu özgürlüğün koşulu olarak algılar ve insanın araç olarak değil amaç olarak görülmesi gerektiğini ileri sürer. Uyulması gereken ilkeleri, yani yasayı ise insanın kendisi aklı vasıtasıyla ortaya koyar. Ödev etiği canlı türü olarak insanın, insanlığın, insanlık uygarlığının ilerlemeci bir ufka bağlı olarak ayakta kalabilmesinin koşullarını araştıran ve ortaya koyan bir etiktir. İş dünyasındaki karşılığı, Kant’ın da eserinde dile getirdiği “bakkal ve müşterisi” örneğinde belirtmiş olduğu gibi son derece somuttur. Kendi sözcüklerimizle pratik bağlamda dile getirmek istersek, müşterimizi, işyerimize bir daha gelip alışveriş yapsın diye değil, “aldatma eyleminin kendisi koşulsuz olarak ve mutlak olarak ahlaken yanlış olduğu için aldatmamalıyız.” Kant’a göre ise: Yani ödeve uygun eylesek bile bu yetmez, eyleme asıl anlamda etik değer kazandıran şey onun ödevden dolayı gerçekleştirilmiş olmasıdır. Fayda etiği, bir eylemin değerini onun pratikteki yararlılığıyla ölçer. Öznesi için yarar getiren eylem onu hedeflediği mutluluğa götürür. Aslına bakarsak, tabii ki insanlar, doğaları gereği, kendilerine faydalı hissetmedikleri işlerle uğraşırlarsa mutlu olamazlar. Bu bağlamda fayda etiği, makul bir pragmatizm derecesine de sığınarak ifade etmek istersek, insanın, temel hakları olan hayatta kalma, insanca yaşama gibi hedefleri gerçekleştirebilme çerçevesinde ve sınırlarında meşrudur. Ancak insan veya kurum, bu sınırları aşıp diğerlerini sömürmeye, araç haline getirmeyi kişisel çıkarlarını hem her şey pahasına önceler hem de toplumun çıkarları aleyhine en çoklaştırma derecesine vardırırsa sonuç toplum ve kişi için bir hüsrana dönüşür. Bu türden bir davranış zaten “fayda” dediğimiz olguyu aşarak “çıkar” kategorisine dönüşür. Eylem motivasyonunu bireyci özel mülkiyet ve burjuva faydacılığına dayandıran kapitalist üretim biçimi bu türden yapısal özellikleriyle etik açılardan her zaman yoğun bir şekilde eleştirildi. Buna karşılık kapitalizm tarihi boyunca, çalışma hayatının her sınıfında, işveren, çalışan, yönetici hiç fark etmez, erdemleriyle yaşayan, evrensel değerlerden sapmayan, doğruyu doğru olduğu için savunan, ilkeli, sadece kendisi için değil ama insanlık için de iyi olanın peşinde koşan ve bu yolda büyük idealleri olan, “Toplum için, kendim için, doğa için, şirketim için ve de son kertede insanlık için iyi olan nedir?” sorusuna doğru yanıtları üreterek “Ne yapmalıyım?” ikilemiyle karşı karşıya kaldığında eylemlerini de doğrulardan sapmadan gerçekleştiren azımsanmayacak bir çoğunluk ve ciddi bir niyet hep vardı..

Dürüstlük, itibar, güvenilirlik, çalışma hayatının olmazsa olmaz değerleriydi. Zaten insanlık, genel anlamda, iyi niyet etiği ve hukukunun karşıtlarına üstün gelmesiyle ileriye doğru gidebilmiştir. Konu ticaret ise iki tarafın, yani üreticinin ve müşterinin çıkarlarını denkleştiren hakkaniyet ve eşitliği gözeten ticaret, konu çalışan ise çalışanın da haklarını ve yaratılan katma değerden hakça bir pay almasını sağlayabilecek dürüst uygulamalar, konu yönetim ve ilişkiler ise sorumluluk ve hesap verilebilirliği temel alan ilkelerle davranmak, iş dünyası öznelerinin önemli bir kesiminin sıkı sıkıya bağlı olduğu bir durumdu.. 

Ancak günümüzde ulaştığımız noktada, her bir etik kategori muazzam bir yozlaşmaya konu olduğu gibi erdem-ödev-fayda etiği sıralaması da tamamen tersyüz oldu. Neoliberalizm önce erdem etiği, sonra ödev etiği, en sonra da fayda etiğini gözeterek davranan eskilerin onurlu iş insanının “sözüm senettir” insanı, karakter, sorumluluk ve erdem temelli davranış tipi) yerine bu (doğru) sıralamayı değiştirerek önce fayda etiğini hedefleyen (ki bu da son kertede tam bir mutlak çıkar etiğine dönüşmüştür), sonra (çok gerekiyorsa) ödev etiği, en sonra da (artık biraz olsun kaldıysa) erdem etiğini gözeterek davranan yeni bir bireyler ve kurumlar dünyası yarattı. Hissedar, işveren, çalışan, tedarikçi, müşteri, tüketici ve diğer paydaşlar arasındaki var olması öngörülen güven ve iş barışı kökünden sarsıldı.