Yazımın başlığında girişini yaptığım özdeyişin tamamı şöyledir; Aptal insana cennet gibi görünen dünya bilgili insana aslında cehennem gibi görünür…

Bugüne kadar anlattıklarım ışığında ülkemizi yani Türkiye'yi ele alacak, güncellenmiş emperyalizmin, küresel kapitalizme eklemlenme meselesini şimdilik son kez irdeleyecek olursak karşımıza çıkacak tablonun şekillenme sürecinin ta 1990’larda başladığını ancak özellikle 2000’lerde hız alan proleterleşme sürecinden ayrılamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü bu süreç, Türkiye’nin küresel üretim süreçleri, iş bölümü içerisinde edindiği rolle de yakından ilgilidir. Neden derseniz; 2002'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nin tek başına iktidara gelmesiyle başlayan dönemde Türkiye’de bir anlamda kırsalın çözülmesi ve dönüşmesi süreci yaşanmıştır. Yani kırsalda yaşayan kitleler güvencesiz zor koşullar altında iken kısa bir dönem içerisinde kentlere göç ederek yepyeni bir işçi sınıfı oluşturmuşlardır. Belki de bir anlamda üretim toplumundan tüketim toplumunun bireyleri olmuşlardır. Bu aslında muhteşem(!) bir dönüşüm sürecidir. Bu dönüşüm sürecinin politik yürütücüsü bana göre AK Parti'dir, AK Parti yönetimleridir. 2000'li yılların başında Türkiye'de kırsalda yaşayanların oranı yüzde 67'ler düzeyindeyken bu oran 2012 yılına gelindiğinde yüzde 38'lere kadar düşmüştür. Bunun yanı sıra aynı dönemden günümüze kadar AK Parti, küresel kapitalizme farklı biçimler ve düzeyler üzerinden eklemlenen sermaye fraksiyonlarının yani TÜSİAD ve MÜSİAD çatısı altında örgütlenen sermaye kesimlerinin ortak politik programlarının da yöneticisi ve belirleyicisi olmuştur. Buna ülke sermayesinin Ortadoğu bölgesine açılma girişimleri de dahil edebiliriz. Bu anlamda Türkiye’yi bugün geldiğimiz noktada derin çatışmalara sürüklemiş olan Ortadoğu’da güç edinme girişimlerini ülke sermayesinin arayışlarından bağımsız ele alamayız. Elbette Türkiye'nin başarılı olup olmaması çok ayrı, apayrı bir hikaye konusudur…

Benim gibi bu tür konulara meraklı olan ve kafa yoranlarınız mutlaka anımsayacaklardır, 2008’den itibaren ülkemizdeki kamu ve özel sektör sermaye kesimleri arasında başlayan ve IMF ile yeni bir ‘STAND-BY’ anlaşmasının yenilenip yenilenmemesi, Merkez Bankası’nın faiz politikası ve özerkliği meselesi, hatta 2011'deki eğitim sistemine yönelik '4+4+4 sistemi' üzerindeki tartışmalar ile açığa çıkan çatışmalar, AK Parti döneminin bugünkü politikalarını anlamak açısından bence çok önemlidir. Burada anlaşılması gereken bence 'AK Parti'nin Türkiye’de geniş çaplı bir sermayenin el değiştirmesi sürecini başlatmaya ve işletmeye soyunmuş olmasıdır.' Tüm bunlar küresel kapitalizme ve emperyalist zincire eklemlenmeyle ilgili olarak birbirlerinden farklı çıkarları olan ve bu çıkar farklılıkları 2008'de yaşanan ekonomik kriz ve 'Arap Baharı' süreci sonrasında konjonktürde giderek keskinleşen sermaye fraksiyonlarının varlığı ile mutlaka ilişkili olduğu gerçeğidir…

Dünyaya bakıldığında bu konuda önemli bir örnek de Brezilya'dır. Orada Brezilya İşçi Partisi aslında kabaca, işçi sınıfı ve kent yoksullarının sanayi sermayesinin egemenliği altında mobilize edilmeleri ve böylelikle ülkede süregiden finans sermayesinin egemenliğinin kırılması sürecini üstlenen politik bir aktöre dönüşmüştür. Brezilya'daki bu süreç, Brezilya sermayesinin Latin Amerika’daki dikkat çekici şekilde artan etkinliği, Brezilya devletinin bu süreci ve dolayısıyla güncellenmiş ‘ALTEMPERYALİZM’ rolünü taşıyan aktör haline gelmesi olarak yaşanmıştır. Yani anlatmak istediğim konu; 'küresel kapitalizme, emperyalist zincire eklemlenmenin toplumsal formasyonları esaslı bir şekilde dönüştürdüğü, yeni aktörleri, yeni toplumsal, sınıfsal bloklaşmaları ve bunun sonucunda da farklı ve çatışan politik projeleri ortaya çıkardığı gerçeğidir.'

Bu ve buna benzer süreçler dikkatlice analiz edilmediği takdirde, emperyalizmle ilgili analizler ve bu analizlerden çıkan sonuçlar reel politiğin mantığına hapis olur. Bunun politik analizini, siyasal yansımasını ve etkilerini ise şöyle açıklayabiliriz; 'Türkiye’de ‘SOL SİYASET’ her zaman için ‘EMPERYALİZMİM İÇSELLİĞİ’ argümanını öne sürmüştür. Ancak bu bakış açısının gerçekten hakkını verdiğini söylemek epeyce zordur…'