Yazımın başlığında belirttiğim daha doğrusu sorduğum soruya yanıt oluşturabilecek düşüncelerimi ortaya koymadan önce o soruyu sormama gerekçe oluşturan sebepleri ortaya koymak isterim;

Anımsayacaksınız, 2017 yılında Nisan ayında gerçekleştirilen Anayasa değişikliği referandumundan sonra ‘epeyce belirgin biçimde’ ortaya çıkan ‘kutuplaşmış/kutuplaştırılmış Türkiye’ manzarasını en basit haliyle tanımlamak istediğimizde bu halkoylamasının ortaya çıkardığı tablonun ‘ülke siyasal tarihinin kırılma anı’ demenin yetersiz kalacağı inancını aradan geçen yedi yıla rağmen hala kuvvetlice taşımaktayım. Çünkü bana göre bunun adı kırılma değil, düpedüz ‘yarılma anı ‘diye adlandırılmadır. Hem de en derin biçimiyle yarılma anının en keskin evresidir. İşte bu ülkemizin siyasal tarihi bakımından ‘kırılma değil de yarılma evresi’ denilmesi gereken tabloya bakıp da o günlerde de bugün de Türkiye'nin geleceği konusunda elbette ki, gayet doğal olarak ‘karamsar olmamak’ pek elde değildir. O nedenle bana ülkenin bugünkü durumu ve geleceğine nasıl baktığımı, neler gördüğümü, öngördüğümü bugün bile soranlara "Türkiye'nin geleceği konusunda asla kötümser değilim, olmam, olamam ama bugünün tablosuna bakıp da karamsar olmadığımı da söyleyemem. Çünkü söylersem yalan söylemiş olurum" yanıtını vermekteyim.

Buradan hareketle madem konuyu açtım; yukarıda ifade ettiğim düşünceme ek olarak yeri gelmişken şunu da vurgulayarak belirtmek son derece yararlı olacaktır; 2017’nin Nisan’ında yapılan referandum ile iyice keskin çizgileriyle belirginleşen toplumsal kutuplaşmanın sonucu olan bu yarılma döneminde itidalli olmak ve öyle davranmak, yani erdemli seçeneklere işaret etmek olanaksız hale gelmişti. Öyle ki bir kavganın veya hararetli bir tartışmanın tam ortasında sizin araya girip taraflara 'aklınızı başınıza toplayın, kavga etmeyin, çatışmayın, konuşarak, uzlaşarak meselenizi çözmeye çalışın' demeniz dahi sizin ne yazık ki akıllı gibi değil, ukala gibi görünmenize sebep oluyordu. Neden mi? Diye soracak olursanız; çünkü ülkemizde halen var olan ve son 15-16 senedir iyice keskinleşen ve de iyice belirginleşen ve de gerginleşen kutuplaşmadan ötürü, hatta o referandumdan önceki süreçte dahi özgür eleştiri mekanizmalarının dış denetimden daha çok bir öz denetim, bir oto sansür sürecine girmiş olmasından dolayı bu kutuplaşma eğiliminin süratle hızlanacağı bence belli, belirgindi.

Bu konuyu şöyle daha da açarak daha anlaşılabilir hale getirmek gerekir ise; bu durum salt baskı ile asla tanımlanabilir bir şey asla değildi. Çünkü görünmeyen ama hissedilebilen olgular olan o söz konusu baskılar, kendi kendini işaret edecek derecede adeta parmağın ucunda gizlenmiş gibiydi. O zamanlar yadım ama yeri gelmişken bir kez daha yazayım; siyasal anlamda baskı ve denetim teknikleri yaşadığımız modern çağda yapay olmaktan uzakmış gibi görünmekle kalmaz, tümüyle doğalmış gibi de algılanabilirlerdi. Nitekim öyle oldu yani öyle algılandı. O yüzdendir ki, günümüzde bile en basit görünen özeleştirilerin bile öz denetime tabi tutulmasının başlıca nedeni bizzat iktidar kadar muhalefetin de bu baskı ortamının sürmesinde payının olmasından kaynaklanmaktadır, diye düşünüyorum. Tam işte bu sebepten ötürüdür ki, bugün hala ‘aklı selim sahibi’ kabul edilen kimseler dahi yeri geldiğinde ne iktidarın olumlu adımlarını takdir etme haklarını kullanabilme ne de muhalefetin beceriksizliklerinin üzerine gidebilmektedir. O nedenle her iki tarafta da kırılan kollar daima yen içinde kalmakta, siyasal yaşamımızda ‘MAKUL’ diye kabul edilen yani akla ve mantığa uygun davranma, artık insanlarda belki de en az bulunan haslet yani huy, özelliği haline gelmiştir. Şimdi bugünlerde artık olur olmaz yere zıvanadan çıkmak, işi müptezelliğe dökmek revaçta gibidir. Bu durumun doğal sonucu olarak da bugünlerde siyasetçilerin işini kolaylaştırdığı sanılan bu iki yanlı kutuplaşmanın en yıkıcı yanı, bana göre toplumsal vicdanın zamanla kararmasına neden olmasıdır. İşte o nedenledir ki, bugün yaşadıklarımız salt bir akıl tutulması değil, bir vicdan tutulmasıdır. Belki yine bu nedenledir ki siyasette 31 Mart yerel seçimleri sonrasında bana pek yapay gelse de ‘yumuşama’ ve de ‘normalleşme’ rüzgarları cılız biçimde hafiften de olsa zorlayıcı biçimde esmekte ya da esiyor gibi görünmektedir. Eğer böylesine bir ‘yumuşama’ ve ‘normalleşme’ gibisinden adımlar atılmasaydı belki de daha vahim durumlar rotaya daha çabuk çıkmış olacaktı. Şöyle ki, siyasal ve de elbette toplumsal kutuplaşma ve onun getirdiği gergin ortam 'karanlık hali' denilebilecek bir durumu ortaya çıkarabilecekti. Bu ifade ettiğim 'karanlık hali' şöyle bir öngörünün gerçekleşmesi halinde hayata geçebilirdi. Yani 2017 Nisan referandumunun sonuçlarına bakıldığında anımsayacaksınız, 49'a karşı 51, 51'e karşı 49 birbirlerinin karşısında durmaktaydı. Bu durum 'Her iki anlamda bakıldığında ortaya çıkan sonucun birbirlerine karşı derinlik kazanması, kökleşmesi ve kemikleşmesiyle toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirerek bölünmüşlüğü de beraberinde getirmesine yol açacaktı.' İşte bu durum benim biraz önce 'karanlık hali' diye tarif ettiğim durumun en korktuğum gerçekleşmiş halidir belki de...

Düşünün bir kere 'keskin inançlı' olma hali yani jargonuyla 2017 Nisan referandumu ile yasalaşan ve 2018 genel seçimleriyle hayata geçen 49'e 51 sistemiyle belirginleşen ‘siyasal karşıtlık hali’ ne denli derinleşirse taraflardan birinin varlığının diğerinin yokluğunu gerektirdiği bir döneme kaçınılmaz olarak girmiş oluruz, gerçeği ortaya çıkmış olur. Böylesi bir durumda bence ‘ülkemizin bir bütün olarak varlığını sürdürme istek ve yeteneğinin zayıflaması’ anlamına gelir. Olası böyle bir durumdan bizleri Allah korusun!..