13. AŞI KAMPANYASI MACERAMIZ

1974 yılında Bitlis Tatvan'da göreve başladım. Tatvan şimdi olduğu gibi o zamanlarda bile Doğu'nun en güzel ve şirin ilçelerinden biriydi. Van Gölü'nün kıyısında kurulmuş köyleriyle beraber seyrine doyum olmayan cennet gibi bir yer. Yine Van Gölü'nün çevresinde bulunan Ahlat, Erciş, Adilcevaz hepsi çok güzel cennet gibi yerler. Ancak Bitlis in Van Gölü'nün kıyısında bulunan böyle güzel ilçeleri olduğu gibi Muş, Siirt ve Van sınırında bulunan mahrum, ulaşımı zor ilçeleri de vardı. 
    Hizan da bu ilçelerden biriydi. Hizan Siirt sınırında merkeze uzak olduğu gibi bilhassa köyleri de Siirt sınırında çok uzak, adeta kuş uçmaz kervan geçmez doğru dürüst ulaşımın mümkün olmadığı, yollarının bulunmadığı köyleri vardı. Çoğu köyün yolu ve elektriği bile yoktu ve ulaşım ancak yaya ve hayvanlarla sağlanıyordu. Bu köylere sağlık hizmeti bile götürülemiyordu. 1975 yılı haziran ayında Bitlis Sağlık Müdürlüğü'nün almış olduğu bir kararla Hizan’ın Siirt sınırında bulunan ulaşımı çok zor olan uzak köylerine aşı kampanyası başlatıldı. Bitlis merkez ve diğer ilçelerde bulunan bütün sağlık memuru arkadaşlar Bitlis Sağlık Müdürlüğü'nde toplandık ve ciplerle Hizan'a hareket ettik. Oraya ancak akşamüzeri ulaşabilmiştik. O gece Hizan'da kaldık ve sabah erkenden görev bölümü yapıldı. Her arkadaşa 2-3 köy verilmişti. Sırt çantalarımıza aşı ve ilaçlara yerleştirdikten sonra erkenden yine ciplere binerek köylere doğru hareket ettik. Ben o akşam Hizan'da akrabam olan bir ormancının evinde kalmış ve onunla beraber köylere gitmek istediğim için o da benimle gelmişti. O uzun yıllar orada ormancı olarak görev yaptığından bölgeyi ve köyleri iyi tanıyordu. Biz arkadaşlarla beraber Gayda'ya geldik. Gayda çok büyük bir ova ve çok güzel bir yerdi. Alabildiğine uzanan yeşillik ve seyredilmeye doyum olmayan manzarasıyla insanı büyülüyordu. Gayda'dan sonra epey bir yol alıp Botan Çayı'na vardık. Orada arkadaşlarla yolumuz ayrılıyordu. Bundan sonrasını yaya yürüyecektik. Bizim gideceğimiz 3 köy de aynı istikametteydi fakat araba yolu bile yoktu. Ancak yaya yürüyebileceğimiz ince bir patika yolu vardı. Ormancı ağabeyim, köyleri iyi tanıdığı için o yoldan değil de tamamen kestirme bir yolla gitmemiz gerektiğini söyledi. Ancak o yol tamamen ormanlık alan ve meşe ağaçlarıyla kaplı ve dik yamaçlardan geçiyor, insanın değil bir eşyayla, yaya bile çok zor yürüyebileceği sarp ve aşılması zor dik ve çileli bir yoldu. Biz yaya bile yürümekte zorlandığımız için yanımıza çantayı taşıyacak o yolları iyi bilen ve güçlü, genç bir çocuğu alarak yola koyulduk. Çocuk dediğimiz yaşı ancak on civarındaydı. Çocuk çantayı sırtlandığı gibi dik yamaca ve köy yoluna tırmanmaya başladı. O kadar seri ve çeviklikle yürüyordu ki biz ondan hayli büyük olmamıza ve boş olmamıza rağmen arkasından yürümeye ve ona ayak uydurmaya zorlanıyorduk. Çocuk o yaşta bile bizden daha güçlü ve daha hareketliydi. Bir saat boyunca o patika yoldan çocuğun peşinden dik bayıra tırmandık. Artık ağaçlık bitmiş yeşilliklerle kaplı bir tepeye yaklaşmıştık. Son bir güçle tepeye varıp biraz dinlenmek için mola vermeye karar verdik. 
    Gideceğimiz ilk köy artık tepeye yakındı ve en azından artık dik yamaçları tırmanmayacaktık. Bir yere oturup etrafı ve alabildiğine uzanan yeşil ve manzarası nefis dağları seyrederken nefes nefese kaldığımızı ve iyice yorulduğumuzu ancak anlaya bilmiştik. Bu arada dinlenirken o nefis manzarada hem fotoğraf çekiyor hem de gideceğimiz o köyler hakkında çocuktan bilgiler alıyorduk. Kısa bir dinlenmeden sonra yola koyulduk. Şimdi dağa tırmanmaya değil, çukurda bulunan dağ köyüne doğru gidiyorduk. Hiç olmazsa fazla yorulmayacaktık. Gideceğimiz köy tam bir dağ köyüydü. Yukarı çıkarken ne kadar yorulup zorlandıysak şimdi de aşağıda bulunan köye inerken çok rahattık. On dakikalık bir yürüyüşten sonra köye varmıştık. Etrafı dağlarla çevrili yemyeşil manzarası güzel tam bir Anadolu köyüydü. Daha köye girmeden girişte bizi köyün muhtarı ve öğretmeni karşıladı. Köye fazla kimse bilhassa resmi görevli pek gelmediğinden bizim oraya gidişimiz hemen dikkati çekmişti. Zaten tepeden yamaç aşağı inerken köydekiler tarafından gelen kişiler hemen rahatlıkla görülebiliyordu. Hem zaten yanımda ki hemşerim de resmi ormancı kıyafetiyle olunca daha uzaktan dikkat çekmeye yetmişti. Biz muhtar ve öğretmenle beraber köyün ortasında bulunan okulun bahçesine oturduk. Okul çok ufak ve öğrencilerde azdı. Okulun iki dersliği ve ufak bir lojmanı vardı. Okulun bahçesinde öğretmenin sınıfta kullandığı masayı çıkarıp üzerine aşı ve ilaçları yerleştirdik. Okulda öğrencilerden hasta olan birkaç tanesine ilaçlarını verip önce okul öğrencilerine aşısını yaptıktan sonra o öğrencilerle köye haber salıp hasta ve ufak bebekleri çağırdık. 
    Köy ufak olduğundan herkes geldiğimizi görmüştü. Biraz sonra bebeğini ve ufak çocuğunu alan yanımıza geliyordu. Okulun bahçesi insanlarla ve çocuklarla dolmuştu. Biz bir taraftan ufak bebelere ve çocuklara aşı yapmaya başladık. Hasta olanlara da ilaçları veriyorduk. İlaçların nasıl kullanılacağını öğretmene ve muhtara tarif ediyorduk. Onlar da Kürtçe o hasta ve çocuk sahiplerine anlatıyorlardı. Öyle yaşlı kadınlar vardı ki ne Türkçe bir kelime biliyor ne de değil, Bitlis Hizan’a bile gitmediklerini öğrendik. Bir taraftan aşı yapıyor bir taraftan da muhtar ve öğretmenle çay içiyor sohbet ediyorduk. Muhtarın söylediğine göre köylerine giden ilk sağlıkçı bendim, yani köye daha önce hiçbir sağlık personeli ayak basmamıştı. Bu ilginç durumdan daha ötesi hiç Hizanı bile bilmeyen yaşlılar ve hiç Türkçe bilmeyen erkekler bile vardı. İşin bir diğer ilginç tarafı da bize aşıya çocuk getiren kadın ve yaşlı ninelerin çocuklara yaptığımız aşıları kendilerine de yapmamızı istemeleriydi. İnsanlar yaşlılar aşının ne olduğunu ve bunun sadece çocuklara yapılacağını nerden bileceklerdi ki? Biz aşıyı çocuğa yaptıktan sonra onlarında gönlü kalmasın diye onlara da elimizdeki ilaçlardan veriyordum ve nasıl kullanılacağını yine öğretmen ve muhtara tarif ediyordum. Onlar da, o insanlara tarifini yapıyorlardı. Köy ufak olduğu için çocuklara ve bebeklere aşı yapmamız ve hasta olanlara ilaçları dağıtmamız fazla sürmedi. Öğle yemeğini yiyip çayımızı içtikten sonra köyden ayrıldık. Vakit öğleyi iyice geçmişti. Gideceğimiz ikinci köy iki saatlik bir mesafede ve yine patika yolu olan bir köydü, ancak yine giderken dikine tırmandığımız köy gibi değil, birkaç tepenin altındaydı ve aşağı doğru dik yamaçlardan inmemiz gerekiyordu. Bu defa yanımızda çantamızı taşıyan bir çocuk yoktu ama en azından çantamız hafiflemiş ve yokuş aşağı ineceğimiz için fazla zorlanmayacaktık. Birkaç tepeyi aştıktan sonra kalacağımız köye yaklaşmıştık. Köy bayağı büyüktü. Çantayı bazen ben bazen de hemşerim taşıyordu. Köyün karşısında oturup hem dinlendik hem de yeşillikler içerisindeki köyün güzel manzarasını seyrettik. İki saatlik bir yolculuktan sonra köye vardığımızda vakit iyice ilerlemiş akşam yaklaşmıştı. O saatte okul kapandığı için mecburi orada kalıp ertesi günü bekleyecektik. Daha köyün girişinde gördüğümüz bir çocuğa muhtarı sorduk ve bizi muhtarın evine götürmesini söyledik. Muhtarın evine varınca onun Hizan'a gittiğini ve ancak ertesi gün köye dönebileceğini öğrendik. Muhtarın evinde misafir olduk. Muhtar evde olmadığı için bizimle köyün bir azası ve öğretmeni ilgilendiler. Muhtar odasına yerleşip akşam yemeğimizi yedikten sonra çay kahve içip öğretmen ve aza arkadaşla biraz sohbet ettikten sonra yataklarımızı hazırladılar ve istirahata çekilip yattık. Uzun yol yürüdüğümüz için günün yorgunluğundan olacak, yatar yatmaz hemen uyumaya başladık ama bizi bekleyen iki önemli sürprizden hiç haberimiz yoktu.
    Çok yorgun olduğumuz için yatar yatmaz hemen dalmış olduğumuz uykudan iki saatten sonra uyanmıştık. Sürprizin birincisi ve uykumuzun bölünmesinin sebebi ne yazık ki yatağı ve her tarafımızı saran bit ve pirelerdi. Yatakta uyanıp döşeğin üzerine oturduğumda bütün vücudumun ve yatağın her tarafının bit ve pirelerle kaynadığını görünce şaşkına döndüm. Hemşerim de aynı durumdaydı. Ufak bir lamba etrafı fazla aydınlatmaya yetmiyordu. Biz yatakta oturup sessizce kendi aramızda konuşmaya başladık. Sonra tekrar yattık ve uyumayı denedik ancak bit ve pirelerin yol açtığı kaşıntıdan uyumamız mümkün değildi. Azcık uykuya dalacak gibi oluyoruz bit ve pireler ısırdı mı kaşıntıdan bir türlü uyumaya muvaffak olamadık. 
    Ne yaptıysak ne ettiysek bir türlü uyuyamıyorduk. Çaresizce kalkıp yatakların üzerinde oturup ne yapacağımızı ve nasıl sabahlayacağımızı konuşmaya başladık. Bu arada bit ve pirelerle mücadele etmeye devam ediyorduk. Saate baktık daha sabaha epey vardı. Aradan bir yarım saat geçince hemşerim ayakyoluna gitmek istedi. Bir esas sürpriz de kapının dışında bizi bekliyordu. Hemşerimin kapıyı aralamasıyla iki köpeğin hırlaması ve kapıya hücum etmesi bir oldu. Hemşerimin son anda kapıyı hızlı kapatıp kendini içeri atmayı başarabilmişti. Allah'tan köpekler bağlıydı da içeri giremiyorlardı. Geçeceğimiz yol onların yanıydı. Öyle olunca da ne dışarı çıkmamız ne de ayakyoluna gitmemiz mümkündü. Hemşerim gelip yatağın üzerine oturdu. Resmen odada mahsur kalmıştık. Bit ve pirelerden ne uyuyabiliyor ne de dışarı çıkabiliyorduk. Mecburi bu şekilde sabahlayacaktık. Gözümüzden uyku akmasına rağmen ne yazık ki hiç uyuyamadan sabahı zor ettik. 
    Sabahın ilk ışıklarıyla beraber aza gelip kapıyı açtı ve biz kendimizi okula zor attık. Öğretmen de sağ olsun durumumuzu az çok tahmin ettiğinden erkenden okulu açmış bizi bekliyordu. Biz okulun tuvaletine gidip elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra okulda kahvaltımızı yaptık. Bu arada öğrencilerde okula gelmeye başlamıştı. Biz önce öğrencilerin aşılarını yapıp sonra küçük çocukları aşıya getirmeleri için onları evlerine gönderdik. Kısa sürede okulun bahçesi çocuklarla ve aileleriyle dolmuştu. Köy biraz büyük ve nüfusu kalabalıktı. Ben aşılarını yapıp birkaç hasta çocuk ve yaşlılara yanımızda bulunan ilaçlardan verdikten sonra öğleye kalmadan o köyden ayrıldık ve o köye yakın daha ufak bir köye hareket ettik. 
    Bir saat sonra diğer köye ulaştık. Köy hem ufak hem de dönüş yolumuza yakındı. O köydeki okul öğrencilerini ve çocukları da aşıladıktan sonra elimizde kalan son ilaçları da o köyde dağıttıktan sonra dönüş yoluna geçtik. Dönüş yolumuz hem daha yakın hem de çantamızda aşı ve ilaç kalmadığı için yükümüz hafiflemişti. Artık yamaçlardan yorulmadan aşağı doğru inecektik. Bir saatlik bir yürüyüşten sonra yorulmadan arabaların geçeceği kavşağa ulaştık. Kavşakta bir çeşmede elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra dinlenmeye başladık. Bir saat bekledikten sonra cipler geldi ve biz Hizan'a hareket ettik. Yol boyu arkadaşlar başından geçen maceraları anlatmaya başladılar. Arkadaşların hepsi bizim yaşadığımız şeylerin hemen hemen aynısını yaşamışlardı. Yol boyu başımızdan geçenleri anlatırken bazen güldük ama daha çok güzelim memleketimizin yaşadığı o mahrumiyeti gördüğümüz ve yaşadığımız için daha da üzüldük ve hüzünlendik. Hizan'a geldiğimizde akşam olmuştu. Mecburi o akşam da Hizan'da kaldıktan sonra ertesi gün öğleyin Bitlis'e geldik. Sağlık Müdürlüğü'nde İl Sağlık Müdürü bize kısa bir konuşma yaptı ve teşekkür ettikten sonra aynı ciplerle bütün arkadaşlarımızı görev yerlerine döndüler. Ben de Tatvan'da sağlık ocağının lojmanında kalıyordum. Daha eve girmeden üstümü başımı çıkarıp kendimi banyoya atarak bit ve pirelerden kurtulabildim. Hayatımda yaşadığım hiç unutamayacağım hatıralardan belki de en enteresanı buydu diyebilirim. Yaşadığım şeyler biraz komik olsa da daha fazlası hüzün ve dramdı diyebilirim. Şimdi oralar umarım ki her şeye kavuşmuş, her güzelliği yaşamaya başlamışlardır.