Malum gazeteciyiz, otuz beş yılı biraz aşkın bir süredir bu ‘Şehr-i Balıkesir’de’ hemen her gün yazıyor, veya konuşuyorum. O nedenle sürekli halkın içinde olan ve onların dert ve sıkıntılarını dinleyip ortak olan biri olduğumuzdan, ‘sırça köşklerde’ oturup gayet abuk sabuk biçimde ahkam kesen omurgasızlardan olmadığımızdan olacak herhalde, sıkça rastladığımız bir sorudur; ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ sorusu…

Aslında bu soruyu soranlara yanıt vermeden önce şu soruyu ‘Ne olacak bu milletin hali?’ yöneltmek gerekiyor. Bu soruya yüzeysel biçimde yani son tahlilde felsefe yapmadan yanıt vermek gayet kolaydır, basittir. ‘Ya idarenin muktedir egemenlerine üç kuruşluk menfaat uğruna övgüler düzüp, türlü yalakalıklar yaparsınız, ya da o egemenlere desteksiz sallayıp kaşının altında gözü var, misali en insafsız ve en sert eleştirilerle saldırırsınız.’ Yapabilene bu kadar kolaydır yani. Demem o ki, yöntem gayet basit ve net!..

Beni bilenler bilir, her ikisini de yapacak gazeteci karakterinde yıllardır hiç olmadım, asla olmamda…

Aslında çok basittir, bir iki düzmece anket, birkaç iltifat, yalandan övgüler, yalakalığın diz boyu olduğu gerçek dışı manşetler, imla kurallarının cahilce yok edildiği başı sonu belirsiz safsata tarzı makaleler, sözüm ona köşe yazıları ve de akılsızca yapılmış sosyal medya paylaşımları…

Sonra gelsin paralar, turalar, sırtını sıvazlamalar, hayal dünyasında nafile gezinmeler…

İşte tüm bu nedenlerle bu sütunlarda geçmişte olduğu gibi bugün de son tahlilde felsefe yaparak sizlere bir şeyler anlatmayı yeğliyorum. Çünkü ben yalandan sakınır, uzak dururum. Bilirim ki yalana, yalakalığa, yağdanlığa ve yağcılığa ortak olmak hep ayıptır, hem de günahtır!..

‘Ağaç olgunlaşmadan meyve vermez!’ derler ya, ‘son tahlilde felsefe üzerine kurulu’ bir kez daha yazmaya başlarken, öncelikle ‘nedensellik’ incelenmesi gereken önemli bir kavramdır, demek gerekir. Çocukluk döneminde ‘algı araçları gelişmeye’ başlar. Gençlik döneminde ise, ‘algı araçlarının kullanımı’ öğrenilir. Olgunluk dönemi de ‘fikir üretme’ sürecidir. ‘Hamdım, piştim, yandım.’ şeklinde tanımlanan, gelişim süreci, çocukluk döneminde başlar ve olgunluk dönemine dek sürer, gider. Sonra da felsefe üretme sürecine, ‘gerçekten ve kaçınılmaz olarak’ girilir. İnsanın düşünsel gelişim sürecini ‘gerçekten ve kaçınılmaz olarak’ yaşayabilmesi için, ‘soyut ve somut ilişkisini çok iyi anlaması ve gerektiğinde anlatabilmesi gerekir.’  Felsefe aslında somut görünen varlıkları anlamak ve bunun üzerine fikir üretme sanatıdır. Soyutu ise, bizler üretmeliyiz. Böylece, bizlerin soyutta ürettiği felsefe, ‘bizim felsefemiz olacaktır.’ Siz isterseniz, buna ‘inanç’ da diyebiliriz. Bu durumda, evrendeki insan sayısı kadar ‘felsefe ve inanç var olmayacak mıdır?’ Sorusu öncelikle akla gelmelidir. Burasını lütfen dikkatle okuyunuz; “Bazı aklı evveller, kendi kanaatlerini, felsefelerini, inançlarını, sığ kalmış kafalarına göre sınıflamışlar, başlıklarla sunmuşlar ve dar akıllarınca sınırlamışlardır. Onları asla yadırgamıyorum.” Ama ‘beni kimse sınırlayamaz’ demeden ne felsefe, ne de ona bağlı inanç sistemi olmaz, olamaz. “İnancı, yani dini veya felsefi görüşleri sınırlanan insanın düşünsel üretimi de eksik kalacaktır!” Aslında ‘akıl ile zekayı’ ayırarak işimizi kolaylaştırabiliriz. Akıl; “hayır ve şerri, doğru ile yanlışı ayırmaya, sebepten sonuç çıkarmaya yarayan, özel bir zihinsel güçtür.” Zeka ise; “Anlama, algılama becerisidir!’ Yaşamın içinde, yaşanan örnekler, adeta bizim dürbünümüz gibidir. Nasıl ki, dürbün, kendi maddi ve somut varlığını göstermeye değil de, uzağı göstermeye yarıyorsa…

Düşünün bir kere; “dürbünün maddi, plastik, cam yapısına bakmakla uzağı asla göremeyiz!”

Bizler de yaşamın içinde, gördüğümüz örneğe değil, gösterdiği gerçeğe, yani somut olana, yaşanmış realiteye bakarız. O nedenle “Zeka, aklın emrinde olmalıdır!” Üstelik ‘akıl, sorumluluğu üstlenerek, yarar ve zarar devranında, terazi dengesini şaşırmamak zorundadır.’ Zekanın ise; ‘Kendi başına sorumluluğu yoktur!’ Hatta ‘zeka kullanmasını bilene, sadece bir araçtır’ da diyebiliriz. İnanç denince, sadece dini inançlar anlaşılıyor. Oysa inanç; ‘İnsanın önce kendine inanmasıdır!’ Son tahlilde “Kendi kanaatine inanmayan insanın dini inancı da olmaz, kanaatindeyim. Olursa da sağlıklı ve mantıklı olmaz, taklit olur, yapmacık olur, rol yapıyormuş gibi olur.” İnanç ve iman; “Bireyin kendi çabası ile yeteneklerini, yani akıl, zeka ve benzeri melekelerini kullanması sonucunda, vicdanın süzgecinden geçirerek, son tahlilde vardığı kişisel kanaatidir.” İnsan; tüm varlıkları sorgular, inceler, ‘neden, niçin, nasıl gibi’ sorulara ‘mantıklı ve öznel’ yanıtlar arar. Nakil yoluyla gelen yani onu etkileyen tüm bilgi birikimleri, ‘nakil’ diye adlandırılan ‘aktarım sisteminin içindedir.’ Anne ve babadan, aileden, öğretmenlerden, okunan kutsal kitap dahil tüm kitaplardan, diğer basılı ve görsel kaynaklardan, bilginlerden, öğrenilen tüm bilgileri, ‘akıl süzgecinden’ geçirdikten sonra, son tahlilde varılan kanaatin ismi, bana göre; ‘İnanç ile gelen imandır!’ Bu kanaat, her bir insan için farklı olabilir. Çünkü ‘her insan, ayrı bir alemin unsurudur!’ Yaşamın içinde, ‘inanç ve iman olmadan aksiyon da asla olmaz!’ İman ile oluşturulan bu kanaatin, günlük yaşama geçirilmesini ‘din’ veya ‘felsefi görüş’ ya da ‘ideoloji’ olarak görebiliriz, tanımlayabiliriz. Yani kişi, kendi kanaatine uyan ‘ilkeler kapsamında’ yaşamayı gayet doğal olarak isteyebilir. Son tahlilde, “yaşanabilecek sıkıntıların kaynağı müdahalelerdir!” Müdahale deyince de başkalarına kendi fikrini ‘zorla dayatma’ olarak algılanır. Aslında yüzyıllardır yapılan yanlış da budur. ‘Dayatma’ bazen din adına, bazen ideoloji ve töreler, devlet, millet adına, hatta bilim adına yapılmıştır ve halen de yapılmaktadır. 'Sınırlama isteği' bireyin kendisini sınırlamasının bir sonucudur. ‘Kendini dar algılarıyla, vardığı kanaate sıkıştıran birey’ toplumun da bu kalıplarda olmasını ister ve bekler. Gücü yettiğince, sonucun kendi isteği ölçüsünde gerçekleşmesi için çalışır ve çabalar. Toplumda, inandığı ve hatta iman ettiği fikirlerini, bazen güzellikle, bazen de güç kullanarak kabul ettirir. Bunun adı da aslında çoğu kez ideolojidir! Bugün tüm bu yazdıklarımın özeti ise aslında şu cümleden ibarettir;

‘İnanç, bir algıdır ve özgün olmalıdır. Bu nedenle başkasına dayatılamaz, o nedenle insanlar algılarında kesinlikle özgür olmalıdır!..’