Bundan tam 27 yıl önceydi. 58 yıllık hayatımın yaklaşık olarak altı buçuk, yedi ayını geçirdiğim İstanbul’da yaşadığım günlerin birinde, bir sonbahar akşamı orada tanıştığım birkaç arkadaşımla Fenerbahçe Kalamış da nezih bir restoranda akşam yemeği için buluşmuş, bize ayrılan masaya geçip oturmuştuk. Sade ve temiz giyimli ama bakımsız durumda olduğu her halinden belli kırklı yaşlarının sonlarında, zayıf, orta boylu kumral saçlı bir adam masamıza yaklaştı ve elindeki küçük fotoğrafı göstererek, biraz da ürkek ve çekingen biçimde “dokuz yaşındaki oğlum lösemiye yakalandı. Eğer en kısa zamanda tedavi olmazsa ölecek. Lütfen, Allah rızası için yardım eder misiniz, biraz para verebilir misiniz?” diye yalvarırcasına sordu. Masada bulunan Diyarbakırlı bir arkadaşımın bana yeni tanıştırdığı, benden tahminen beş, altı yaş büyük, yani o zamanlar 38-39 yaşlarında adının Mustafa olduğunu sonradan öğrendiğim bir babacan tavırlı ve güler yüzlü bir adam, bu durumdan çok etkilenmiş olacak ki, ağlamaklı biçimde hemen elini cebine atarak bir tomar para çıkardı ve yarısını oğlunun lösemiye yakalandığını söylediği o adama verdi. Adam gayet ürkek biçimde hafifçe gülümseyerek teşekkür etti, parayı aldığı Mustafa’nın elini öpmeye çalıştı, bizimki elini öptürmedi ve “Allah şifa versin” deyip adamı gönderdi, sonra da bize dönerek “Allah kimsenin başına vermesin, çok zor. Allah bu adama evlat acısı yaşatmasın” dedi. Bizim Mustafa neredeyse ağlayacaktı ama parayı verdiği için de son derece mutlu ve huzurluydu. Yemek masasında bulunan bizler ise çocuğunun lösemi olduğunu söyleyen adama çıkarıp, para veremediğimiz için birazcık da ‘eziklik’ içinde iyiden iyiye üzülerek mahcubiyet içinde hayıflanmaya başlamıştık. Keyfimiz kaçmış, vicdan yapıyorduk sizin anlayacağınız…

 O sırada restoranın şef garsonu geldi yanımıza eğilip, yanımda oturan Diyarbakırlı arkadaşım Kasım’a ve o adama hiç saymadan bir tomar parayı veren Mustafa’ya “Biliyor musunuz, o adamın çocuğu lösemi falan değil. Sapa sağlam yani gayet iyi durumda. Daha bir hafta önce baba oğul sahilde dolaşırlarken gördüm. Adam bir süredir işsizmiş, o yüzden karısı onu terk etmiş. Bunlarda sağda solda dolaşıp duygu sömürüsü yaparak sizin gibi, vicdan sahibi, merhametli insanları kaldırıp paralarını alıyorlar. Kusura bakmayın, sizin yanınıza geldiğini fark edemedim. Görseydim hemen uzaklaştırırdım o adamı.” Dedi. Bizim Mustafa parasını kaptırdığına üzüleceği yerde şöyle dedi, şef garsona; “Gerçekten çocuk lösemi değil, aksine gayet sağlıklıysa işte buna içilir. Bunu söylediğin iyi oldu. Çok sevindim!” Şef garson ise şaşırmış durumda hala şöyle diyordu; “Anlatamadım galiba. O adam sizi kandırdı, aldatıldınız yani, paranızda gitti. Bunun nesine seviniyorsunuz?” Mustafa ise neredeyse kahkaha atacak durumda sevinçle şef garsona “Babasının resmini gösterdiği o güzelim çocuk sağlıklıymış ya, gerisi hiç önemli değil! Getir büyük bir şişe yetmişlik rakı daha. Bir kadeh al, sende otur masamıza, sen de bendensin bu sefer!” diye keyifle karşılık verdi…

O ilginç ve de şaşırtıcı anı, aradan 27 yıl geçtiği halde hiç ama hiç unutamıyorum. Aslında olaylara ‘farklı bir bakış getirmek, iyimserlik penceresinden bakmak’ gibi konular aklıma geldiğimde, öyle düşünmem gerektiğinde, yıllar önce İstanbul’da o lüks bir restoranda yaşadığım o ilginç ve de son derece ibretlik anları daima anımsarım. Gerçi ben kişilik olarak her şeye rağmen oldukça iyimser olduğumu düşünürüm. Karamsar olmam gereken, karamsar göründüğüm hallerde bile koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun, her şeyin daha iyi olabileceğini, daha iyiyi yapabileceğime inanırım. Egemen güçlerin, yaratılan algı sayesinde gayet kudretliymiş gibi görünen  sözde muktedirlerin her türlü yöntemi kullanarak kendisi gibi düşünmeyen hemen herkesi ‘öğrenilmiş çaresizlik’ içinde teslimiyete davet ettiği, ‘kaybettiniz, kabul edin artık, koşulsuz teslim olun, bize biat edin’ dayatmasıyla karşı karşıya bırakıldığı durumlarda bile 'hep daha iyiyi düşünmek, hep daha iyiyi aramak ve istemek, en ağır koşullar altında dahi ödünsüz dik duruş göstermek esasen karamsarlıktan çıkış yolunun daima temel taşıdır' kanaatini inanç ve kararlılıkla taşıdım, taşımaya da devam ediyorum..

Eğer, bugünlerde dahi birilerinin iddia ettiği ve ısrarla savunduğu gibi ‘iyimserlik gibi bir suç’ varsa, gerçekten, içinde bulunduğumuz koşullar gayet karamsar olmayı gerektiriyor olsa da, o zamanlarda dahi ‘bu koşullar altında nasıl iyimser olabiliriz?’ diye asla hayıflanmayın, çünkü ‘aydınlık’ görebilenler için gerçekten çok yakındır!.

Geçenlerde, ‘nasılsın’ diye soran bir arkadaşıma öylesine kendinden emin, gayet tok bir sesle ‘iyiyim’ demişim ki, beni gayet yadırgamış biçimde(!) yüzüme baktı, durdu. Buna karşılık ben de onun yüzüne aynı biçimde bakınca şöyle dedi; ‘Bu koşullarda ne kadar iyi olunabilir ki, amma da iyimsersin yahu!..’

Ona hemen şu yanıtı verdim; ‘Ne olursa olsun, senin iddia ettiğin gibi ne denli zor koşullar altında olursak olalım, buna karşı mücadele etme duygusu içinde olmak bile iyi olmaya yeter, umutlu olmaya değer…

Eğer böyle davranırsak bizden sonrakilere de en azından şunu söyleme hakkına sahip oluruz; size uğruna mücadele edilecek bu ülkeyi, bu ilkeleri ve bu yüce ve erdemli değerleri bırakıyoruz.  İçinde bulunduğunuz toplumda iyiye ve doğruya yönelik her şeyi artık kararlılıkla sizler savunacak ve koruyacaksınız. Böyle bir coşku ve tutku ile iyimserlik dolu olmak az şey midir?..’