TÜRKİYE NEREYE GÖTÜRÜLMEKTEDİR?

“Türkiye nereye gidiyor” yerine “Türkiye nereye götürülüyor” demek çok
daha doğru olur. Çünkü ülke, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne
kadar, hiç yaşanmamış bir biçimde olağanüstü sorunların içine sürüklenmiş
durumdadır, kanısını kuvvetlice taşıyorum. Türkiye bugün ne, 1945-1950 arası
devlet bürokrasinin ezici tahakkümünü, ne Demokrat Parti’nin 1950-1960 arası
baskıcı, jakoben ve de ikircikli popülist, goygoycu politik anlayış ve
uygulamalarıyla yürürlüğe koyduğu, Amerikancı ve plansız uygulamalarını, ne
de 12 Mart ve 12 Eylül 1980 müdahale, darbe süreçlerini ve sonrası izleyen
zararlı, yıkıcı dönemleri yaşamaktadır. 1980’lerin başından itibaren yani ergenlik
ve sonrası delikanlılık dönemlerinden başlayarak bugüne kadar, hayatın içinde,
yaşamın akış sürecinde ve de bilhassa gazeteciliğe başladığım 1988 yılının Ekim
ayından bugünlere kadar yerelde, genelde birçok siyasetçi, basın, medya, iş, işçi
ve esnaf kesimindeki çevreler ile kültür ve sanat odaklı kişi ve topluluklara kadar
yakın temaslarım, ilişkilerim olmuştur..
Mesleğim gereği sadece yerelde yani Balıkesir odaklı değil genelde, bir başka
deyişle ulusal düzeyde tanınmış politikacılar, kültür sanat insanları,
akademisyenler, üst düzey şahsiyetlerle tanışma, yüz yüze, bire bir görüşme,
konuşma ve tartışma fırsatlarım oldu. Deyim yerindeyse dar çerçeveli resimlerle
değil, geniş odaklı yani fotoğrafın resmini büyük olarak görme şansını
yakaladım, hem de defalarca..
Ancak.. Evet, ancak bugün, Cumhuriyet tarihimizin en kritik genel seçimine bir
yıl, belki de daha az bir zaman kalmış iken ülkemizde yaşamakta olduğumuz
siyasal, ekonomik, kültürel ve ahlaksal bakımdan yaşanan kaos ve krizlerin
benzerini 40’yılı aşkın bir zaman dilimi içinde ne gördüm, ne izledim ne de
yaşadım. 40 yıl önce biri bana bugünleri göreceğimizi yaşayacağımızı söyleseydi
kesinlikle inanmazdım. Toplumsal yaşamda bugünün Türkiye’sinde ne yazıktır
ki, bilimsel gerçekler, çağdaş değerler ve modern, medeni yaşam tarzı yerine
400-500 yıl öncesinin hurafelerinin hüküm sürdüğü ciddi anlamda tartışıldığını
ve de bizlere dayatıldığını görmek beni kişisel olarak çok ama çok üzmektedir.
Bu ülkenin büyük emeklerle ve kıt olanaklarla yetiştirdiği bana göre çok değerli
insanlara, özellikle gençlere “giderseniz gidin” diyebilmek çoğunluğu Suriye’den
Irak’tan Afganistan’dan olmak üzere ‘ne idüğü’ belirsiz ipsiz, sapsız, büyük
çoğunluğu cahil cühela takımından olan kişilere ülkemizin kapıları sonuna kadar
açmak, onları beslemek, ülke insanı iyice yoksullaşırken, onları cebini
doldurmak karınlarını doyurmak, “parayı veren düdüğü çalar” anlayışı ile kutsal

sayılması zorunlu olan ‘vatandaşlık hakkı’ vermek hangi siyaset anlayışıyla
hangi vicdanla yapılmaktadır, ALLAH AŞKINA!.
Ulusal kurtuluş savaşımızın ardından kurulan Cumhuriyetimiz ve sonrasında
hızla yaşanan Atatürk devrimleri süreci, ardından demokratikleşme,
çağdaşlaşma ve toplumsal yaşam alanlarında dış ve iç kaynaklı yaşadığımız
müdahale ve kesintilere karşın yaşanan gelişme ve başarıları bu coğrafyada
sağlamış tek ülkeydik biz, ama bir zamanlar!..
İşte tüm bu nedenlerledir ki, erken ya da zamanında yapılacak seçimler bu ülke
insanı ve Cumhuriyetimiz için 180 derecelik bir kavşak anlamı taşımaktadır.
Çünkü bu güzelim ülkenin insanlarının ve de devletinin ‘YARINI, YARINLARI’ bu
seçimde belirlenecektir. Bugünkü yazıma son noktayı koymadan önce, 2. Dünya
savaşı yıllarında yaklaşık dört işgal altında kalan türlü zulüm eziyetlere rağmen
sağ kalmayı başarabilen ama yakınlarıyla malını mülkünü her şeyini yitiren bir
Fransız öğretmen Pierre Goustauvert’in şu sözlerini sizlerle paylaşmak
istiyorum;
Bir ülke ile o ülkenin insanları için, en berbat ve kötü şey, içerden işgal
edilmektir, çünkü dış işgalde düşman askerinin postalları, tanklarını onların
sizlere yaptığı zulüm, yıkım ve eziyetlerini görürsünüz. Ama iç işgalde, daha ne
olduğunu anlamadan bir ahtapotun kolları gibi iç işgal sizi sarar, sarmalar,
uyuşturur, sonunda o işgali fark etseniz de çok kez iş işten çoktan geçmiş
olur..