Her sabah gözlerini açtığında işe gitmek istemeyen, enerjisi tükenmiş, hayattan keyif alamayan kaç kişi tanıyorsunuz? Belki de bu satırları okuyan siz, tam da bu ruh halinin içindesiniz. Çağımızın belki de en sessiz ama en yaygın hastalığı: Tükenmişlik sendromu.
Eskiden sadece belli meslek gruplarında görüldüğü sanılan bu durum, artık neredeyse herkesin kapısını çalıyor. Öğrencilerde, ev hanımlarında, beyaz yakalı çalışanlarda, hatta emeklilerde bile... Tükenmişlik, yalnızca bedeni değil, ruhu da adım adım çökerten bir hal aldı.
Peki neden bu kadar yaygınlaştı? Teknoloji ilerledi, işler kolaylaştı derken neden kendimizi daha da tükenmiş hissediyoruz?
Aslında cevap çok basit: Dinlenmeyi unuttuk.
İşten çıkınca bile maillerimizi kontrol ediyoruz. Tatilde bile zihnimiz bir sonraki projede. Sosyal medyada başkalarının "mutlu hayatlarını" izledikçe, kendi hayatımızı yetersiz buluyoruz. Hayat, bir başarı yarışına dönüştü; sanki herkes her şeyi başarmak, herkese bir şeyler kanıtlamak zorundaymış gibi…
Üstelik bu durum sadece psikolojik değil, fiziksel belirtilerle de kendini gösteriyor: Uyuyamama, sürekli yorgunluk hissi, baş ağrıları, iştahsızlık ya da aşırı yeme, tahammülsüzlük… Tükenmişlik sendromu; kişiyi sadece işinden değil, yaşam sevincinden de koparıyor.
Belki de ilk adım; kendimize dürüst olmak. Yorulduğumuzu kabul etmek, güçlü görünme çabasını bir kenara bırakmak, yardım istemekten çekinmemek. Her şeyden önemlisi de "durabilmek". Bir kahve molası vermek, bir gün izin almak, sosyal medyayı kapatmak, doğada yürümek, kitap okumak, bir dostla sohbet etmek… Küçük şeylerin büyük etkisi var.
Modern hayat bizden hız bekliyor olabilir ama ruhumuzun hıza değil, dengeye ihtiyacı var.
Unutmayın, makine değiliz. Ara sıra durmak, yavaşlamak, nefes almak, sadece bir ihtiyaç değil; bir hak.
Yorum yapın