Türkiye’nin terör ile tanışması; 1960’lı yılların başında, ülke sınırları içinde değil, o sıralar yeni kurulmuş bağımsız bir devlet olan Kıbrıs’ta başladı. Ada da yaşayan Rumların Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama ideali kapsamında Yunan destekli ‘Rum EOKA terör örgütü’ militanları Kanlı Noel ile başlayan Kıbrıslı Türklere yönelik terörist katliamlar başlattılar. Yine ülkemiz sınırları dışında ama Türkiye’ye yönelik ikinci terör dalgası ise bu kez 1960’lı yılların sonlarında 1968-1969 yıllarında, Türkiye’nin dış temsilciliklerinde görev yapan diplomatlarımıza yönelik saldırılarla başlayan ‘Ermeni terör örgütü Asala’ militanlarınca gerçekleştirilen ‘Ermeni Terörü’ eylemleriydi. Türkiye 1974 yılında gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Kıbrıs’ta Türklere yönelik katliamlara sebep olan Rum terörüne son verince bu kez Ermeni terörü tırmanmaya ve yoğunlaşmaya başladı. Ermeni terörüne Türkiye 1980’lerin başına kadar geçen süreçte onlarca değerli vatan evladını kurban verdi. 1970’li yılların ortaları ve özellikle 70’lerin ikinci yarısında, bu kez yurt içinde yoğunlaşan ikinci terör dalgası içinde Sünni-Alevi çatışmasını da barındıran, ana ekseni faşizm ve milliyetçilik bağlamında ortaya çıkan bir sağ-sol çatışması şeklinde kamuoyunun karşısına çıkarıldı. Aslında bu sözünü ettiğim ikinci terör dalgasının ardında daha doğrusu perde gerisinde o dönemde Demirel’in Adalet Partisi önderliğinde MHP ve MSP ortaklığında iki kez kurulan Milliyetçi cephe hükümetlerinin otoriterliğe doğru giden bünyesinde faşizan unsurlar barındıran otoriter eğilimli bir sağ baskı politikasının izleri vardı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçe taşlarını döşeyen bu ikinci terör dalgası ülkemizde yaşanırken ortaya çıkan üçüncü terör dalgası 1970’lerin sonlarında yani 1977-78 sürecinde başlayan bugün ‘ırkçı bölücü ve ayrılıkçı terör’ şeklinde tanımlanan ‘PKK Terörü’ adıyla karşımıza çıktı. 1980 darbesi sonrası süreçte sağ-sol veya sünni-alevi çatışmaları gayet otoriter, militer-faşist ara dönemin getirdiği baskılarla bastırılırken, sözün ona normalleşme adımları atılırken 1980’lerin ortalarına doğru ‘ırkçı-bölücü-ayrılıkçı terör’ eylemlerinin tırmanmasıyla eş zamanlı olarak Türkiye, dördüncü bir terör dalgasıyla tanıştı, karşı karşıya kaldı. Bu dördüncü terör dalgasının tanımı ise ‘Radikal İslamcı terör’ adını taşıyordu. Anımsayacaksınız, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok gibi çok değerli gazeteci, yazar ve düşünürümüz bu ‘Radikal İslamcı terör’ dalgasında kurban edildi. Türkiye sınırları içinde ‘Bölücü terör’ ile ‘Radikal İslamcı terör’ birbirine koşut olarak başımıza bela olmaya devam ederken, mücadele etmeye çalışırken bu kez 1990’lı yılların ortalarında ‘Beşinci terör dalgası’ baş gösterdi. Bu beşinci terör dalgasının gerisinde ise elbette yine dış destekli ve yine dini siyasete alet ederek istismar eden ‘Radikal İslamcı Terör’ odaklarının yattığı ‘küresel terör’ biçiminde ülkemizi vurdu. 1990’ların sonları ve 2000’li yılların ilk 9-10 yılında küresel terör ile uğraşırken, mücadele ederken ‘Altıncı terör dalgası’ ise Suriye’de başlayan iç savaş nedeniyle ülkemizi pençesine alıverdi. Bu ‘Altıncı terör dalgası’ da bütün öteki terör saldırıları gibi ülkenin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını önce etkilemeye hemen sonrasında yıkmaya yönelikti. Örneğin; 7 Haziran ile 1 Kasım 2015 genel seçimleri arasında geçen beş ayda gerçekleştirilen kitlesel katliamlar şeklindeki kanlı eylemler, Haziran seçimlerinde ancak yüzde 40 dolayında oy alabilen AKP iktidarının oylarını Kasım seçimlerinde yüzde 49’a yani yüzde 50’ye yakın bir orana tırmandırıvermişti, anımsayacaksınız…

İktidara yakın ve yandaş çevrelerin “Kokteyl terör” diye tanımladığı ve bu sayede gerçek terör eylemlerinin faillerini belirsizleştirdiği ve bu terimle ülkedeki bütün terör örgütlerini bir alamda bir araya getirdiği bu ‘altıncı terör dalgası’ da halen artarak ve de tırmanarak, yoğunlaşarak devam etmektedir. Şimdi hem radikal İslamcı çizgideki varlığını dış güçlerin artan desteğiyle sürdüren ‘küresel terör’ tehdidiyle, hem de yine dış güçlerin tam desteğini almış etnik-bölücü terörün yeniden yükselişiyle karşı kaşıya durumdayız, ne yazık ki!..

Bu durum, tam anlamıyla adının doğru koyduğunu düşündüğüm ve doğru tanımladığım son  hatta 60-63 yılda Türkiye’nin karşı karşıya bırakıldığı ‘altıncı terör dalgasıdır.’

İster küresel olsun ister ulusal, isterse yerel, terörle mücadelenin koşulları bellidir: Birincisi; Her terör hareketi, kendisini hem o ülkede, hem de dünyada haklı göstermek için gerekçeler arar ve ortaya çıktığı ülkedeki haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik ve baskıları bu gerekçeler olarak kullanır. Dolayısıyla, terörle karşı karşıya olan devletlerin alacağı ilk önlem, ülkedeki haksızlıkları, hukuksuzlukları, adaletsizlikleri, farklı kimliklere farklı muameleler varsa, bu tür ayrımcılıkları bitirmektir. İkincisi; Bir terör hareketi, dincilik, mezhepçilik, etnikçilik, milliyetçilik, sınıfçılık gibi bir kimlik siyasetini gerekçe olarak kullanıyorsa: O kimliğin barışçı ve meşru yapı içindeki toplumsal, siyasal ve ekonomik liderleriyle, anayasamızda belirtildiği gibi ‘Demokratik, laik ve sosyal bir HUKUK DEVLETİ’ ilkesi ve hükmü bağlamında, terörü önlemek için, kamuoyu önünde açık ve şeffaf ilişkiler oluşturulmalı, kurulmalıdır, temel şart bu olmalıdır. Üçüncüsü ise; Devlet terörle mücadelede yerel, ulusal ve uluslararası hukuksal haklılığını ve terör eylemlerinin haksızlığını, ancak teröristlerin kullandığı vahşice şiddet eylemlerinden bütünüyle uzak durarak kanıtlayabilir. İşte tüm bu nedenler ve gerekçelerle terörle mücadelede en etkili yöntem, terör odaklarının, teröristlerin tüm kışkırtmalarına rağmen Hukuk Devleti yöntemlerine sıkı sıkıya bağlı kalmaktır. Çünkü unutulmamalıdır ki; Her terör örgütü, saldırıda bulunduğu ülkenin komşularından veya dünyadaki öteki ülkelerden, zaman zaman da dünyanın egemenliği için birbirleriyle savaşan güçlerden destek arar ve bazen de bu desteği bulur. Bu nedenle terör belasıyla karşı karşıya olan ülkenin bu konuyu derhal komşuları ve müttefikleriyle müzakerelerde gündeme getirmesi, dış politikasını da bu ülkelere düşmanlık üzerine kurmaması gerekmektedir. Terörle karşı karşıya yani muhatap olan ülkelerdeki iktidarlar, bu terörü ve onun arkasındaki kimliği, kimlikleri asla ve asla iç politika malzemesi olarak kullanmamalıdır. Bu türden böyle yapılacak en ufak bir yanlış, terörü o ülkede bitmesini, yok olmasını değil, daha da büyümesine, tırmanmasına zemin hazırlar, başına gerçekten bela olmasını sağlar. Sizler, yani saygıdeğer okurlarım, bu bahsettiğim konuya ilişkin temel ilkeler, aslında tarihin, siyasal ve toplumsal bilimlerin sosyolojinin eğer iyi okur, doğru algılarsak bize öğrettiği, öğretmek istediği derslerdir. Ama ne yazık ki bugüne kadar gördük, gözlemledik ki, terörle yüz yüze gelen, teröre maruz bırakılan ülkeler, teröre karşı ilk tepkilerini, reflekslerini bu ilkeler çerçevesinde değil, bunların tam tersine olan davranışlar sergilemişler, sergilemeye de devam etmektedirler. Bu türden yapılan yanlışlar, yanlışlıklar da terörün sadece o ülke içinde değil, bütün dünya siyasetinde etkili olmasına belirleyici olması yol açabilir. Aman dikkat!..