10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nde böyle bir konuyu gündeme getirmek ve bunun üzerine yazmak kimileri göre; ne kadar doğru ve anlaşılır olduğu tartışma konusu olsa, yadırgansa da benim için elzemdir, kaçınılmazdır. Sizin anlayacağınız zaruret hasıl olduğunda benim açımdan yazmak çoktan farz olmuştur. Onun için giderek devasa biçimde toplumsal bir sorun olarak adeta kangrenleşen bu amansız soruna ilişkin yazabildiğim kadar yazacağım ve anlatacağım. Aslına bakarsanız, tarikatlar, ilk kuruluş dönemlerinde asıl amaçlanan İslam şeriatının katı uygulamalarına karşı oluşturulmaya çalışılan tepki grupları ve bir anlamda kurumları niteliğindeydi. Ancak daha sonra, yani özellikle Osmanlı döneminden başlayarak saltanatı elinde bulunduran saray iktidarları gittikçe büyüyen ve toplum üzerinde etkili olmaya başlayan bu sosyal gücü fark ederek kendi denetimine alma gereği hissetmiş bu yolla da kendisini bir anlamda ‘KUTSAL’ ve de dolayısıyla ‘DOKUNULMAZ/İMTİYAZLI’ kılmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında kuruluşunda Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “saltanat ve halifelik” yetkisini halka devredilerek siyasal ve toplumsal anlamda büyük bir devrim yapılmış, tarikatlar ve cemaatlerde böylece çıkarılan kanunlar ile yasaklanmıştır. Bu kuruluşların yani o zamanki adlarıyla tekke ve zaviyelerin yani tarikatların gücü; toplumu biat ve itaat ekseninde tutularak “düşünme, sorgulama, araştırma, karşı çıkma” yetilerini kesinlikle yasaklamaya dayanırdı. Çünkü sadece İslam toplumlarında değil diğer tek tanrılı dinlere inananların çoğunlukta olduğu toplumlarda da dine dayalı dogmalarda değil ‘dinsel temalı’ tüm inanç katmanlarının felsefi temelinde “soru sorma ve sorgulama hakkı yoktur, sadece mutlak uyulması gereken kurallar vardır!..”
Biraz önce sözünü ettiğim o kuralların cevapları ise tektir ve asla değişmez niteliktedir; “Her şeyin cevabı kutsal metinlerde yani sure, ayet ve hatta hadislerde verilmiştir, denilerek soru ve sorgulama yasaklanmış, ayıp ve günah sayılmıştır. Bu türden soruları sormak, sorgulamak dine aykırıdır, yasaktır. Onun için de tarikatların başındaki Şeyh ve Şıhların emirlerine biat, söylediklerine de koşulsuz itaat dinin emridir, denilmekte, bunun doğru olduğuna inanılmaktadır. Tarikatların başında olan şeyh, şıh, emir, mürşit, her kimse her zaman her yerde onun dediği tartışmasız kabul edilmektedir.”
Türkiye’de, çok partili sisteme geçildiği 1946’dan, CHP’nin serbest seçimlerle iktidarı Demokrat Parti’ye devrettiği 1950’den beri istisnasız siyasetteki tüm sağ partilerin güçlenmek için başvurduğu tarikatlar ve cemaatler, zaman içinde günümüze kadar giderek siyaseti belirleyen odaklar haline gelmişlerdir. 1950-1960 arası dönemin iktidarı Demokrat Parti’nin Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisi, 1965-1980 arası dönemde gidip gelen Adalet Partisi iktidarlarının Süleyman Demirel’i hemen her fırsatta hep bu güce başvurmuş, seçimlerinde onların desteğini aramış, çoğu zamanda istenildiği ölçülerde olmasa da tarikatların desteğini almayı başarmıştır. 1980 sonrası dönemde ise Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin iktidar dönemlerinde de aynı güç yine etkin olmaya başlamıştır. 2002 yılında iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi ise artık örtülü ve dolaylı destek yerine doğrudan tarikat ve cemaatlerin aleni koalisyonu olarak iktidarını sürdüre gelmişlerdir. Buraya kadar yazdıklarımdan dolayısıyla anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere tarikatlar ve cemaatler artık iktidarın kendisidir, denilecek hale gelmiştir. Günümüzde artık tarikat ve cemaatlerin yatılı kurslarında ve okullarında yaşanan “dayak-tecavüz-intihar-ölüm” gibi olaylar bazı gazetelerin iç sayfalarında eğer yayın yasağı getirilmedi ise küçücük puntolu haber olmaktan öteye gidememiş, dava hatta şikayet konusu dahi yapılamamış, bu türden rezil olayların üstü örtülmüş, kapatılmıştır, kapatılmaktadır. Günümüzde artık bilinen bir gerçek vardır ki, 5-7 yaş arası erken çocukluk çağındaki minicik yavrularımız “Kuran kursu-din eğitimi” adı altında bir tür ‘beyin yıkama’ işlemine karşı yapılan bilimsel karşı çıkışlar hiçbir şekilde dikkate alınmamaktadır. Bu küçücük çocuklar, bu kuruluşların yani tarikatların sesleri çıkaramayan bir nevi kurbanları haline gelmiştir adeta!..
Yine uygulanan baskılara, tehditlere boyun eğmeyen gençlerin bu kuruluşların okul ve yurtlarındaki kısık sesli isyan denilebilecek türden çeşitli zamanlardaki karşı çıkışları baskılanıp sindirilerek susturulmaktadır. Bu gençler de o türden tarikatların başka türden kurbanları sayılabilir. Aslında “düşünme-sorgulama-araştırma- yanlışa karşı çıkma” yetilerinin ergen ve genç nesillerde yasaklanıp adeta “canlı robotlara” dönüştürülmüş olması da o çocukların, gençlerin kurban edilmiş olmasını sağlamaktadır. Bu çocuk ve gençlerin kendi istekleri ya da ailelerinin razısıyla olsa bu türden tarikat kurumlarına yöneltilmesi, yönlendirilmesi onların kurban olma niteliklerini bence asla değiştirmez, kanısındayım.
Elbette bu yolda başka kurbanlar da vardır. En başta Anayasamızın değişmez, değiştirilemez maddesi olan “LAİKLİK” yıllardır büyük bir çabalarla içi boşaltılarak adeta ‘kurban’ edilmektedir. Çocukların ve gençlerin dinsel kökenli hurafelere dayalı dogmaların dışında kalarak eğitim-öğretim görme, uygar toplumun bir parçası olma, laik yaşam biçimi içinde “sadece akla dayalı bilgi toplumu sistemi içinde kalma isteği” tarikatların ve cemaatlerin baskı ve dayatmalarıyla kurbanların sayısı kat be kat artmaktadır. Bu tarikat ve cemaatlere göre; ‘laiklik dinsizliktir, laik olanlar da kâfir sayılmaktadır!’
Öyle zannediyorum ki onlar bu yazımı okuyunca beni de o kategoriye sokacaklar hemen linç girişimlerine başlayacaklardır ama hiç umurumda değil inanın! Onlara göre ülkemiz anayasasında laiklik ilkesi hala var, diye memleketimiz ‘DARÜLHARP’ sayılmaktadır.
Ne yazıktır ki; tarikat ve cemaatlerin iktidarların desteğinin alarak bugün itibarıyla ülkemizi getirdikleri nokta budur. Geleceğin uygar dünyası, akla dayalı bilimle, akla dayalı sanatla, laik bir yaşam biçimiyle yürüyecektir. Ben buna inanıyorum, bu durumda kesinlikle dinsizlik değildir. Öyle inanıyorum ki, böyle bir dünyada tarikatlarla cemaatlerin toplum yönetiminde asla yeri olmayacaktır. Kutsal İnançlarımız, başkalarına baskı aracı olarak asla kullanılamayacaktır. İşte o yüzdendir ki, çocuklarımıza ve gençlerimize “Nasıl bir gelecek istiyoruz” sorusuna henüz bugünden tatmin edici yanıtlar vermemiz gerekmektedir. Yarınlara kalan, bırakılacak yanıtlar çok geç olabilir. Benden söylemesi!..
Yorum yapın