Yüzüncü yıla erişen ve ikinci yüzyılına giren Cumhuriyet, ülkemizin insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ölçekleri bakımından içine düştüğü hazin durumun ve son yapılan seçimler ile halkoylamalarında ikiye bölünmüş bir toplum görüntüsünü yaratan kutuplaştırmanın nedenlerini ve sorumlularını elbette sorgulamamız gerekmektedir. Kanımca tüm bu sorunların ana kaynağı, Türkiye’de ve özellikle ülkemizin siyasal yaşamında çağdaş ve evrensel anlam ve ölçekte ‘yöneten demokrasi’ anlayışının bir türlü benimsenememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Siyaset, bana göre; bir yönetme sanatıdır. Bu bağlamda düşünüldüğünde bir ülkede ‘demokrasiyle yönetememe sorunu’ yaşanıyor ise bu durumdan birinci derecede sorumlu olanda da o ülkedeki iktidar ve muhalefetiyle siyaset kurumudur. Türkiye’nin fiilen çok partili siyasal yaşama geçtiği 1950’den bu yana 70 yılı aşkın süre geçmiş, yetmiş üç yıla erişmiştir. Bu süre içinde Türkiye 1960 ile 1980’de yaşanan iki askeri darbeye, 1971’de yaşanan bir askeri muhtıraya ve bir de 2016’da yaşadığımız bir başarısız darbe girişimine daha doğrusu devlet içine çöreklenmiş bir avuç hainin başını çektiği bir kalkışmaya maruz kalmıştır. Bunun, sivil siyasetin ve demokrasinin vazgeçilmez aktörleri siyasi partilerin bir türlü kurumsallaşamamasında hiç kuşkusuz büyük etkisi olmuştur. 1982 Anayasası özellikle ilk metni ile, Milli Güvenlik Kurulu üzerinden askeri yönetime ortak ederek asıl olarak ‘askeri vesayeti’ apaçık kurumsallaştırmıştır. 28 Şubat süreci de bunun tezahürüdür yani yansımasıdır. Bu noktadan bakıldığında Türkiye’de askerin bazı Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde olduğu gibi yönetime keyfi müdahalede bulunmadığının da ciddiyetle dikkate alınması gerekir. Gerek 27 Mayıs 1960 öncesi gerekse 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye oldukça ciddi insan hakları, demokrasi ve yönetememe sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Elbette ki bu türden sorunlar, salt askeri darbelere haklı sebep veya haklı gerekçe olamaz, sayılamaz. Ancak sivil siyasetin de ülkeyi demokratik ortamda yönetme ve yönetebilme sorumluluğu yoktur denilemez çünkü vardır. Bu kast ettiğim sorumluluk, yöneten demokrasinin gereği olarak, ülkeyi darbelerden koruma ve askeri sivil otoriteye tabi kılmayı da kapsamaktadır. Türkiye’de, öteden beri ‘sivil ile asker ilişkileri’ Osmanlı’dan bu yana bakıldığında Batı demokrasilerinden çok farklı mecrada çok farklı biçimde gelişmiştir. Çünkü, Batı demokrasilerinde toplumsal dönüşümler ve anayasal yönetim biçiminin gelişmesi tabandan gelen taleplere, sınıflı ve örgütlü topluma dayanırken geri kalmış ülkelerde olduğu gibi bizde de modernleşme ve çağdaşlaşma arayışıyla, yukarıdaki asker ile sivil bürokrasiyi oluşturan elit (seçkin) kesimden gelmiştir. O elit kesimin öncülüğünü de uzun süre yani Osmanlı’dan beri askerler yapmıştır. Bunu, meşrutiyet dönemleriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarında açıkça, sonrasında da örtülü olarak görmek olasıdır. Bu tarihsel ‘asker ile sivil bürokrat işbirliği’ geleneğinden olacaktır ki, sivil siyaset, askeri vesayetten kurtulma amacı için ciddi anlamda bir mücadele vermemiştir. Hatta, işine geldiğinde askeri vesayeti kullanmıştır bile. Yakın geçmişte yani 1960’lı, 70’li yıllarda sivil siyaset unsurlarının cumhurbaşkanı seçimlerinde daima asker adaylar göstermesi ve hep asker ismi üzerinde uzlaşabilmesi bunun tipik örneğidir. Yine, bu tarihsel gelenekten olacaktır ki, asker başta laiklik ve ülkenin bütünlüğü olmak üzere anayasal düzenin korunması konularında hep duyarlı olmayı, hatta gerekirse siyasete müdahale etmeyi kendisine kaçınılmaz bir görev kabul etmiştir. Türkiye’nin Batı toplumlarından ayrıldığı bir başka özelliği de siyasi partilerin toplumdaki sınıfsal temellere dayalı kurulup örgütlenmemiş oluşlarından kaynaklanmaktadır, inancımdayım. Çünkü bariz bir örnek vermek gerekirse; devleti kuran parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, toplumdaki sınıfsal farklılıkları reddederek toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir anlayışla örgütlenip faaliyet gösterme çabası içinde olmuştur. Sözgelimi ‘Halkçılık’ ilkesi bunu açıkça ifade etmektedir. İşte bu yaklaşım, tek parti döneminde gayet olağan karşılanabilir, görülebilir. Ama Türkiye çok partili siyasal yaşama geçtiği 1946’da ve iktidarın Demokrat Parti’ye geçtiği 1950 yılında o sırada mevcut olan tüm siyasal partilerin toplumda sınıfsal karşılıklarının olması gerekiyordu. Ancak o dönemde yaşanan bu süreçte başta Demokrat Parti olmak üzere ve de daha sonra kurulan, iktidar ya da iktidara ortak olan diğer tüm partilerin sınıfsal karşılıklarının olmadığı görülmektedir. İşte bunun içindir ki, bugün bile siyasal partilerin sınıfsal temelleriyle değil, daha çok milliyetçilik, muhafazakarlık, dindarlık, laiklik gibi etnik, dinsel, kültürel aidiyet ve kimlikleriyle görünür olarak halktan destek istedikleri, bu desteği tam olarak aldıkları veya alamadıkları gözlenmektedir. Batı dünyasında ise siyasal partiler, toplumdaki farklı kimlikleri ortak sınıfsal çıkarları doğrultusunda birleştirip bütünleştirdiği gözlemlenirken bizde ise hala siyasal partilerin iktidar olsun veya olmasın, kültürel kimlikler üzerinden adeta toplumu ayrıştırmaya çalıştıkları, çabaladıkları gözlenmektedir. Bu durumda ise, çoğunluğu Türk-Sünni Müslüman olan Türkiye’de, bu kimlik üzerinden geçmişten bu yana siyaset yapan sağ partilere büyük avantaj sağladığı apaçık ortadadır. Bu tanımını yapmaya çalıştığım blok içinde yer alan partilerden daha geniş tabanı olan mevcut sağ partiler, tek başına iktidara gelebilmek ve iktidarda kalabilmek ya da sağ ittifakları ayakta tutabilmek için, başta laiklik olmak üzere demokrasinin temel değerlerinden ödün verebilmeyi göze alabilmektedirler. Hatta sizlerle biliyor, görüyor, yaşıyorsunuz; bu yolda dini siyasete alet etmeyi ‘gayet olağan ve sıradan’ hale getirebilmektedirler. Bu durumunda giderek toplumu kutuplaştırdığı gibi, başta laiklik olmak üzere, Cumhuriyet’in temel değerleri yönünden toplumun diğer kesimlerinde haklı kaygılara yol açmaktadır. Bu verdiğim örnek ve yaptığım tespitlerden de anlaşılacağı üzere Türkiye’de geçmişten bu yana yaşanan askeri müdahalelerin arkasında hep bu duyarlılıklar mevcuttur. Bu noktada bir diğer tespiti de demokrasi ile yönetmeye çalıştığımız 70 yılı aşkın süre içinde, darbe dönemleri hariç hep sağ partilerin iktidarda oldukları gerçeği şeklinde yapabiliriz. Ülkemizde sol partiler ise hiçbir zaman tek başına iktidar olamamış, ancak yakın geçmişte farklı zamanlarda ve kısa sürelerle iktidar ortağı olabilmişlerdir. Bütün bu somut bilgisel veriler ve bu yaptığım tespitler bize, Türkiye’nin Cumhuriyet’in yüzüncü yılına düşük profilli insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti standartlarıyla girmesinin ve toplumun yarısının huzursuzluğuna sebep olan kutuplaştırmanın birinci derecede sorumlusunun, 70 yıldır iktidarda olan sağ partiler olduğunu göstermemekte midir? Bence apaçık göstermektedir. Bu sağ partiler iktidarda iken asla gerçekten demokrat olamamış, demokrasilerin olmazsa olmazı uzlaşma, ödün verme kültürünü kesinlikle benimseyememişlerdir. Bu noktada bakıldığında bence son tahlilde; Türkiye’nin öncelikli ihtiyacının, Cumhuriyetin temel değerlerini özümsemiş ve iktidardayken de bunlara sadık kalacak düşüncede ve felsefede merkez sağ veya sol partiler olduğunu söylemek asla yanlış bir değerlendirme olmayacaktır, sanırım. Bununla beraber, hiç kuşkusuz ki, başta Cumhuriyeti kuran Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere Türkiye’de sol yelpazede siyaset yapan tüm partilerin de yetmiş yıldır iktidar olamayışlarını öncelikle kendilerinin sorgulamaları gerekmektedir. Çünkü parti içi demokrasinin yokluğunun kanayan yaraya dönüştüğü bugünün ülke siyasetinde, kendi örgütleniş ve işleyişlerinde demokrasiyi hazmedememiş siyasi partilerden Türkiye için demokrasi umut etmek, ayrı bir soru işareti olmayacak mıdır? Elbette olacaktır. Lafı daha uzatmadan sözün özüne, yani sonuca gelecek olursak; Cumhuriyet’imizin yüz yıllık kazanımları da asla unutulmamaları ve daima anımsanmalı ve de kesinlikle karamsar olunmamalıdır, inancını daima yüreğimde ve benliğimde taşımaktayım. Tüm bu yaşadığımız sorunlara rağmen Türkiye Cumhuriyeti bu coğrafyada laik temelli bir ‘Ulus- Devlet’ olarak her şeye rağmen ayakta kalabilmiş ve yüzüncü yıl kutlamalarında da halkımız yani bizler, Cumhuriyet’imize yürekten ve coşkuyla sahip çıkmasını bilmişizdir. O nedenle bu durum, Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılı için çok önemli bir kazanım ve umut kaynağıdır, diye düşünüyor ve inanıyorum!..