Saygıdeğer okurlarım; yazılarımı günü gününe takip edenler iyi bilirler, ben öncelikle işin felsefesini ele alır ondan sonra yorumlar, fikirlerimi ortaya koyar, bir şeyler anlatmaya çalışırım. Şimdi bugün de böyle yapacağım ve sizlere yazımın başlığından da anlaşılacağı üzere siyasetçinin gerçekçi olması gerektiğine dair bir şeyler anlatmaya çalışacağım. Hiç kuşkusuz, toplumsal yaşam döngüsü içerisinde insanın düşünüş ve bakışını yansıtan duruşunun doğru biçimde anlaşılmasını engelleyen nedenler vardır, her zaman da var olmaya devam edecektir.
İnsanın bunu ortadan kaldırması sahip olduğu olanaklar ölçüsünde olsa bile karşısındakinin algılama biçimi farklı gerekçeler üretmeye hazır karşı çıkışlarla yeni kutuplar oluşturup anlaşılmayı engelleme gücüne elbette sahiptir.
Şöyle ki; İnsanın elbette kendine ait çerçevelenmiş belli bir bakışı vardır. Bunu farklı perspektiflerle genişletme olanağı olabileceği gibi başını kuma gömme misaliyle daraltma gücüne de sahiptir, kanısındayım.
İşte o nedenledir ki; Algı dünyasının düşünme ve genel bakış açısının biçimselliği üzerinde etkili olması insanın çerçevelenmiş bakışa mahkum olmasının bence bu durumun en önemli gerekçesidir. İnsanın düşünsel bakışının şekillenmesinde yaşanılan çevre ve alınan eğitim formatının etkili olması onun dünyaya bakış algısını da doğal olarak etkileyerek davranışsal yansımalara dönüşmesi elbette mümkündür.
Bu yazımda baştan beri sözünü ettiğim; insanın söz konusu davranışsal durumu ise içinde hazırlanmış tepkisel biçimde karşı çıkışları da barındırmaktadır. Çünkü sosyal çevrenin sunduğu modeller onun ne şekilde biçimlenmesi gerektiğini isteyen verileri doğal olarak içinde barındırmaktadır. Günümüz koşullarında kuşatılmış sosyal yaşam alanında olduğumuzu inkar edebilmek asla olanaklı değildir…
Tüm bunlara karşın sahip olduğumuz akıl yeteneğini kullanmaktan kendimizi yoksun bırakıp bırakmamak da kendi elimizdedir. ‘Düşünme eğilimi’ aynı zamanda çevrenin kuşatıcılığını yırtan ve doğru biçimde algılama oluşturmanın da bir tür kalkanıdır.
Sosyal çevre ise bu durumu belki de veya büyük olasılıkla ‘fabrikasyon hatası’ olarak algılama eğilimi göstererek gerekli önlemlere başvurmaktan asla kaçınmaz. İnsan eğer çevrenin oluşturduğu önlemlerin baskısına boyun eğerse süreç içerisinde kendisi olmaktan çıkıp formatlanmak istenen biçime dönüşür. Bu durum da adeta çevrenin zafer ilanıdır. Oysa insanın aynı zaferi kazanabilmesi doğru biçimde düşünmeyi sağlayan akıl verisinden vazgeçmeyerek vicdani ile aklını birleştirmesiyle ancak mümkün olabilir. Kanaatim odur ki; vicdanın aklı devreye sokması için ‘maskelenmiş’ sosyal yaşamdan kaçınma ile değil onun işleyiş biçimine odaklanmayı gerektirir. İşleyişin sakatlığını fark etmenin yolu da oluşturulan çarkın getiri ve götürü hesabından vazgeçilmesini zorunlu kılar. Ancak bunu başarabilen insan, çevre kuşatılmışlığını ortadan kaldırarak ‘özgür düşünme’ gücüne ulaşabilir.
Bugünün sosyal yaşamında ve de günümüz siyaset ikliminde yoğunlaşan biçimiyle karşımızda duran kutuplaşmanın ürünü ‘tarafgirlik’ yani taraf olma, taraf tutma ile ötekileştirmenin belirgin bir ürünü sayılabilecek ‘muhaliflik’ yani ‘karşıt olmayı’ ancak vicdan akıl bileşimine başvurarak çözebilir, diye düşünüyorum. Ama vurgulayarak belirtmek isterim ki; dünyaya açtığımız her pencereye sorumluluk bilinci ve ‘rasyonel akıl’ denilen ‘gerçekçi bir düşünce yapısıyla’ yaklaşmak gerekmektedir.
Bu sorumluluk içerisine tıpkı bir annenin evladına yönelik gösterebildiği şefkati yerleştirip karşılık beklemeksizin bir duruş sergilememiz elbette ki şarttır.
Bu durumu kimileriniz dinsel duyguların yoğunluğu içinde geçerli kılmanın mümkün olduğunu da düşünebilir. Bu cümlemi daha da açmak gerekirse; ‘Yüce Varlık’ karşısında insan, beklentiler yerine kendisine bahşedilenlere karşılık minnet duygusuyla hareket ettiğinde ‘Takva’ denilen erdeme ulaştığına inanır. Oysa getiri ve götürü hesabıyla yapılan her eylem hem toplumsal açıdan hem de dinsel açıdan çıkarlarını gözetmeyi zorunluluk haline getirir. Doğal olarak her toplumsal mücadele de siyaseten davranmayı da beraberinde getirir. Ancak bu ‘siyasal davranış’ hiçbir şekilde bireyin yani insanın kendi beklentilerine dönük olmamasının yanında topluma yönelik olmasını da zorunlu kılar. O yüzden kendisinden ‘feragat’ anlamına gelen bu davranışsal durumu ‘adanmışlık’ olarak değil sorumluluk biçimde algılamak bence en doğrusu olacaktır. Çünkü ‘adanmışlık’ bazen insanın ‘insan olma’ niteliğine aykırı durumlar göstermesine sebep olabilirken ‘sorumluluk’ ise insanın kendisiyle öteki arasında duygu tekliğinde birliktelik ve de belki de empatiye yol açarak asıl doğru olabilecek birlikteliğin oluşmasına yol açar. Adanmışlığa yönelen ‘taraftarlık’ veya ‘karşıtlık’ ister istemez, insanı sorumluluk ve gerçekçi olmanın mutlak olmasından ayırarak biat etmeyi ilke edinmiş ‘müritlik’ aşamasına yöneltebilir. İşte tam da bu nedenle sosyal yaşama yönelik tercihlerimiz adanmışlıkla değil, sorumlulukla bağdaştırılmalıdır. ‘Siyasal sorumluluk’ aynı zamanda siyasilerin kendi toplumlarına karşı görevlerini de ifade etmektedir. Ancak bunu yaparken de daima birey kalabilmeyi de her durumda başarabilmek zorunludur. Aksi halde ‘biat kültürünü benimsemiş, müritlerin sayısı içinde yaşadığımız toplumda bireylerden fazla olması gibi bir sonucu kaçınılmaz biçimde karşımıza getirir...’
Yorum yapın