Özellikle son bir aydır önce son Osmanlı padişahı Vahdettin, hemen sonrasında adının Diyarbakır’da bir bulvara verilmesi nedeniyle Şeyh Said’in ülke gündemine sokulması ve tartışmaya açılmasının bence sebebi şudur; Nasıl ki bundan tam 98 yıl önce 1925’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Üniter Yapısı’ yani bütünlüğüne ve laik yapısına karşı din kullanılarak ‘Şeyh Said İsyanı’ çıkarılmışsa, 98 yıl sonra bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Üniter Yapısı’ yani bütünlüğüne ve laik yapısına karşı yine ‘Şeyh Said’ gibi hainler üzerinden yeni bir saldırı gerçekleştirilmek isteniyor, diye düşünüyorum. Bakınız; Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, 1923 yılında yaptığı bir konuşmada bu konuya ilişkin şu görüşlerini ifade etmiştir; “Bizi yanlış yola sevk eden habisler (kötülükler), bilirsiniz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle mütemadiyen aldatmışlardır. Tarihimizi iyi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir!”
Geçen yılın sonlarına doğru Diyarbakır’da bir bulvara “Şeyh Said” adının verilmesiyle başlayan Şeyh Said tartışması yeni yılda da halen sürüyor, sürdürülüyor. Ancak kanımca bu tartışmalar, tarihsel bağlamından kopartılarak siyasal zemine epeyce kaydırılarak yapılıyor. Peki ama bu konuda tarihsel gerçekler nedir, bunu hiç düşündünüz mü?..
Ben düşündüm ve konuya ilişkin tarih kitaplarını, belge ve bilgileri derlemeye karar verdim. Yılbaşından önce bu konuya dair yine şimdiki gibi edindiğim tarihsel gerçeklerin yer aldığı bilgileri sizlerle paylaştığım bir yazı kaleme almıştım. Şimdi aynı konuya ilişkin daha kapsamlı bilgilerin yer aldığı bu yazımı sunmak istiyorum; Behçet Cemal’in Şeyh Said isyanını konu alan kitabının bir bölümünden alıntıladığım bilgiler şunlar; Cumhuriyetin ilanından bir süre önce dağılmış olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin önde gelenlerinden Seyit Abdülkadir, Ceyranlı Hüsnan, Cibranlı Halit, Hacı Musa ve eski milletvekillerinden Yusuf Ziya ve ailelerinin katıldığı gizli bir komite kurarak ‘bağımsız Kürdistan’ için çalışmalara başlamıştı. Hınıs’ta oturan Şeyh Sait ve ailesi de Yusuf Ziya’nın aracılığıyla bu örgüte katılmıştı. Bağımsız Kürdistan mücadelesi için Cibranlı Halit Bey tarafından ‘Kürt Azadi Örgütü’ kurulmuştu. Örgüt, İngiltere’nin Bağdat’taki yüksek komiserliği ile bağlantı içindeydi. Yüksek Komiser Henri Dobbs’un 1924 yılında Londra’ya gönderdiği raporlarda, Doğu Anadolu’da geniş kapsamlı bir Kürt ayaklanmasının çıkabileceği olasılığından söz ediliyordu. Ayrıca örgütün, Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanı olan Seyit Abdülkadir aracılığıyla İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği dragomanı Andrew Ryan ile de ilişkileri vardı. Bu örgütün üyelerinden Yusuf Ziya, Hacı Musa ve Cibranlı Halit beyler ve bazı arkadaşları, 1924’teki Nasturi İsyanı nedeniyle tutuklanıp mahkûm olmuşlardı. Bu sırada Şeyh Said, tanıklığına gerek duyularak Bitlis Harp Divanı’na çağrılmıştı. Fakat yaşlı ve hasta olduğunu ileri sürerek mahkemeye gitmeyen Şeyh Sait’in ifadesi Hınıs’ta alınmıştı. Bunun üzerine Şeyh Sait, bir taraftan oğlunu İstanbul’a gönderirken diğer taraftan Diyarbakır, Çapakçur, Ergani ve Genç dolaylarında bir ay kadar dolaştıktan sonra 13 Şubat 1925’te isyanı başlatacağı Piran köyüne gelerek kardeşinin evine yerleşmişti. Plana göre doğuda isyan başlayınca Batı Anadolu’da ve İstanbul’da da hilafetçi ayaklanmalar çıkarılacaktı. Böylece Ankara iki ateş arasında kalacaktı. Bu sırada İngiliz savaş gemisiyle ülkeden kaçan halife, son padişah Vahdettin İstanbul’a getirilecekti. Vahdettin taraftarları karşıdevrim hazırlıklarına çoktan başlamıştı; ‘Hilafet Komitesi’ adlı bir komite, Cumhuriyet’e karşı halkı kışkırtıyordu. Bu komite, Şeyh Sait ve Seyit Abdülkadir ile anlaşmıştı. Milletler Cemiyeti Konseyi’nin yerinde incelemeler yapmakla görevlendirdiği üç kişilik İnceleme Komisyonu’nun Musul’da göreve başladığı 11 Şubat 1925 tarihinden iki gün sonra 13 Şubat 1925’te Doğu Anadolu’da Şeyh Said İsyanı çıkacaktır. İsyan, Türkiye’nin Musul konusunda elini zayıflatacaktır. Şeyh Said İsyanı, 13 Şubat 1925’te Diyarbakır’ın Eğil bucağına bağlı Piran yani Dicle köyünde saklanan mahkumları almaya gelen jandarmalara ateş açılmasıyla başladı. Şeyh Said’in emriyle telefon ve telgraf hatlarını kesen isyancılar, 16 Şubat’ta Darahini kasabasını bugünün Genç ilçesini ele geçirerek vali, jandarma komutanı ve diğer görevlileri esir aldılar. Çapakçur bugünkü Bingöl, Muş ve Diyarbakır olmak üzere üç cepheden saldıran isyancıların Diyarbakır cephesi komutanlığını Şeyh Sait üstlendi. 21 Şubat’ta Lice, 23 Şubat’ta Çapakçur (Bingöl) ve Palu, 24 Şubat’ta Elazız yani Elazığ isyancıların eline geçti. İsyancılar ele geçirdikleri kentleri yağmaladılar, jandarmayı ve devlet görevlilerini esir aldılar. 7 Mart’ta Şeyh Said’in emrindeki beş bin silahlı aşiret mensubu üç koldan Diyarbakır’a saldırdı. Ordu Müfettişi Kâzım Orbay Paşa, Vali Cemal Bardakçı Bey ve Kolordu Komutanı Mürsel Bakü Paşa tarafından yapılan savunmaya Diyarbakır halkı da katıldı. İsyancılar bir ara kente girmeyi başarsa da geri püskürtüldüler, 8 Mart’ta Diyarbakır kurtarıldı. Ancak Varto, Bulanık ve Malazgirt’in de isyancıların eline geçmesiyle 12 Mart’ta isyan en geniş sınırlarına ulaştı. 24 Mart 1925’te Türk ordusu tenkil harekâtına başladı. 26 Mart’ta Varto, 27 Mart’ta Piran (Dicle) ve Maden, 1 Nisan’da Lice ve Silvan, 2 Nisan’da Hani, 4 Nisan’da Palu, Bulanık ve Malazgirt, 8 Nisan’da Kulp ve Çapakçur (Bingöl), 12 Nisan’da ise Darahini (Genç) isyancılardan temizlendi. (Bu bilgilerde İhsan Şerif Kaymaz’ın ‘Şeyh Said ayaklanması’ adlı eserinde daha ayrıntılı ve kapsamlı biçimde yer almaktadır. Sonuçta 1925’te Şeyh Said İsyanı güçlükle bastırıldı. Ama 1926’da Musul kaybedildi. Esasen bu isyan İngilizlere yaradı. İsyanın elebaşlarından Şeyh Said ve Seyit Abdülkadir yakalandı. İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi, 23 Mayıs 1925’te Seyit Abdülkadir ve 5 arkadaşını, 28 Haziran 1925’te de Şeyh Sait ve 46 arkadaşını idamla cezalandırdı. Şeyh Said, görünüşte halkı ‘din adına’ Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı isyana çağırdı. 1924 yılından itibaren doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesini dolaşarak yeni kurulan Cumhuriyet rejimini ‘din düşmanı’ olarak suçlayan kara propaganda çalışmalarına başlamıştı. Buna göre “Cumhuriyet yasalarıyla İslamiyet’in, dinin, namaz, oruç, Kuran, nikâh, ırz ve namusun ortadan kalkacağı; bütün aşiret ağalarının ve hocaların Ankara’ya sürülecekleri ve bunlardan yasalara uymayanların İstanbul’da denize atılacağı” söyleniyordu. Daha sonra ‘dini ayaklanma fetvası’ da hazırlandı. Bu sözde fetvada Cumhuriyet’in ve Mustafa Kemal’in dinsizliği, din kurallarına aykırı davrandıkları ileri sürüldükten sonra mal ve canlarının helal olduğu belirtildi. Şeyh Said isyanından sadece iki hafta önce Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi, Meclis kürsüsüne çıkarak Cumhuriyet’in getirdiği yeniliklerin işret, dans ve plaj sefasından başka bir şey olmadığını açıkça söylemiştir. Ona göre memlekette ‘fuhuş’ artmıştı! Müslüman kadınlar edepsizleşmişti! Sarhoşluk teşvik olunuyordu! ‘Dini hisler’ rencide oluyordu! Yeni rejim sadece ‘ahlaksızlık’ getirmişti! Bunlar ‘terakki’ kılıfı altında, ‘Batılılaşma’ diyerek ‘medeniyetçilik’ adına yapılıyordu! ‘Rezil bir idare’ memleketi çamurlar içine sürüklemişti! Şeyh Said, yakalandıktan sonra yapılan savcılık sorgusunda, Ziya Hoca’nın Meclis’teki bu açıklamalarından çok etkilendiğini itiraf edecekti. (Bu bilgilerde Metin Toker’in Şeyh Said isyanı konulu 1994’de yayımlanan yazı dizisinde belge ve bilgileriyle yer almaktadır.) Ocak 1925’te Şeyh Sait imzalı bildiriler Doğu Anadolu’da elden ele dolaşmaya başlamıştı. Bu bildirilerde “Halife sizi bekliyor!”, Halifesiz Müslüman olmaz! Halife memleketten çıkarılamaz! Şiarımız dindir! Hükümet dinsizdir! Şeriat isteriz! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!” yazmaktaydı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu genç Cumhuriyet alenen ‘dinsizlik’ ile suçlanıyordu. Bu söz konusu bildiriler o zamana göre ileri bir teknikle basılmıştı. İsyancıların elinde yabancılardan bilhassa İngilizlerden tedarik edilen silahlar vardı. Piran’a giden Nakşibendi Şeyhi Said, verdiği vaazda şunları söylemişti: “Medreseler kapandı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Din okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar; dinin yükselmesine gayret ederim.” Bu bilgilerde Uğur Mumcu’nun 1992’de yayımlanan ‘Kürt-İslam Ayaklanmaları’ adlı kitabında tüm belge ve bilgileriyle yer almaktadır. Uğur Mumcu’nun bu kitabı aslında yarım kalmış bir kitaptır. Kitabın devamı yani 1970’li yılların ikinci yarısında kurulan ve 1984’de Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla adından söz ettirmeye başlayan PKK bölücü terör örgütünün geniş bir anatomisinin yer aldığı bölümler O’nun hunharca katledilmesinden sonra 1994’de Mumcu’nun geride bıraktığı notların, bilgi ve belgelerin derlenmesi basılmış ve yayımlanmıştır.
Yorum yapın