Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’de ilk iktidara gelişinden bu yana, her seçimde, ulusal güvenlik ve jeopolitik konum ve bu durumlarla ilgili çözüme kavuşturulamamış ya da çözülmüş olsa bile yeniden sorun haline getirilmiş kimi konuların normal demokratik seçim dönemlerinin siyasal paradigmalarını bastıracak düzeyde güncelleştirilmesine bugüne dek defalarca tanık olmadık mı? Elbette olduk ve tanık olmaya devam ediyoruz. Bu sorunların önemli bir kısmının, siyasal iktidar tarafından yolu açılmış ya da onun tarafından yaratılmış olması bu durumu kesinlikle değiştirmiyor. Böylesi bir siyasal iklim ve ortamda, siyasetin merkezindeki seçmen çoğunluğu, iktidardaki AK Parti ile muhalefetteki CHP arasında, gönülsüz bile olsa kaçınılmaz biçimde bir ‘SANDIK BAŞI’ tercihine zorlamaktadır kanısındayım. Siyasetin ortasında ya da merkezinde yer alıyor olmak seçmen profilinin doğasından gelen düzeni koruma güdüsünün de etkisiyle olsa gerek bu durumdan, bugüne kadar sürekli olarak hep iktidar partisi kazançlı çıkmıştır, çıkmaktadır. Bu duruma bence ‘ikili bir siyasal statüko’ da diyebiliriz. 2018’den bu yana ‘ülkenin bekası’ ile ilgili dayatılan bu güvenlikçi ikilem ile yüz yüze kalan bu merkezdeki seçmen, sandık başı tercihlerinde ‘baskın biçimde’ katılaşmak zorunda kalırken söz konusu partiler yani AKP ve MHP’ de ‘zorunlu’ olarak kendilerine verilen bu ‘garanti’ oylar yüzünden belki de kendilerini gözden geçirmeye karşı büyük ölçüde şerbetlenmiş, dinamizmlerini de büyük ölçüde yitirmiş durumdadırlar. Merkezi yönetimde yani iktidarda AKP’nin hep işbaşında, CHP’nin de hep ana muhalefet partisi konumunda olduğu, yerel düzeyde ise çoğunluğunda AKP’nin, geri kalanında da CHP’nin iktidar olduğu, ama her iki durumda de bu iki partinin siyasal, bürokratik, ekonomik elitlerinin (seçkinlerinin) ve yakın destekçilerinin oldukça cömert bir biçimde ödüllendirildikleri bir statüko şeklinde görünmektedir bu durum…

Bu durum aslında kanımca partiler ve seçmen ilişkilerinin ‘mecburiyet sofrası’ denilebilecek bir metaforun da gelmesine her zamankinden daha yakın olduğu gerçeğinin yaşanmasına ve böyle bir durumun da sürdürülebilir olmayacağına kesinlikle inanıyorum. Oldukça yaklaşan 31 Mart yerel seçimlerinde, bu çok kısırmış gibi görünen ‘ikili statüko’ durumunun sona ereceğinin işaretlerinin ortaya çıkacak olması ‘sürpriz’ sayılmamalıdır aslında….

 Neredeyse çeyrek yüzyıla yakın süredir birinin iktidarda ötekinin de ana muhalefette gösterdiği başarısızlıklar ve tutarsızlıkların bu partilere yani AKP ve CHP’ye verilen benim kanaatime göre ‘kerhen’ yani gönülsüz oyların ‘kalben’ verilen oylara dönüşmesi ne yol açabileceğine görmek ne kısa vadede ne de uzun vadede hayalden öte bir beklentidir diye düşünüyorum açıkçası…

Örneğin; eğer bilinçli biçimde oy kullanmayı manipüle edecek iç veya dış kaynaklı büyük aksiyonlu provokasyonlar yine tekrarlanmaz ise yaklaşan yerel seçimlerde seçmenin belediye başkanlıkları için kullanacakları ‘KATI/KESİN/SABİT’ oylarıyla değilse bile, belediye meclisleri üyeleri için kullanacakları olası ‘ESNEK’ oylarıyla bu demokratik tıkanmanın belki önüne geçecek, hatta o sözünü ettiğim ‘STATÜKO’ duvarında gedikler açma olasılığı kesinlikle mevcuttur, diye düşünüyorum. Siyasal program farklılıkları ne olursa olsun, ikili statükonun dışında kalan farklı siyasal partilerin, görece daha etkin durumda oldukları yerleşim birimlerinde bulacakları uygun ve pratik çözümlerle belediye meclislerine mümkün olduğu kadar çok sayıda temsilci ile girebilmeleri ve bu sayede belediye yönetimlerinde izleyen, denetleyen ve hesap sorabilen konumlara gelebilmeleri, bunlardan her birinin her türlü tekil makro siyasal savlarından kanımca daha büyük önem taşımaktadır. Yeter ki bu kast ettiğim partilerin vizyonları, statükonun iki yakasından birinin ‘tamamlayıcı parçalarını’ oluşturmak ya da toplumsal yaşamda herhangi bir değişim yaratma gücünden uzak, sadece politik radikalizmden ya da daha korkuncu olan marjinallikten yana olmamasını temenni etmekteyim…