Bugünlerde pek fırsat bulamasak da ya da fırsat bulduğumuzda da ‘boş sohbetleri’ biraz yaşam felsefesinin derinliğine inerek ‘hoş sohbetlere’ anlamlı biçimde çevirmek istediğimde ola ki bana ‘felsefe nedir?’ diye soranlara Konfüçyüs’ün sözleriyle ‘Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir. İnsanlar olduklarını küçümser, sahip olmadıklarını önemser. Konuşmaya layık olanlarla konuşmazsanız, insan kaybedersiniz. Konuşmaya layık olmayanlarla konuşursanız, söz kaybedersiniz. Bilge olan kişi, insan kaybetmez, söz de kaybetmez. Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız.’ Gibisinden sözlerle kurduğum bu cümle ile yanıt veriyorum, çoğu kez…
Çünkü bana göre; Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemde büyük bir karmaşanın hüküm sürdüğü ülkesinde topluma bir düzen getirmek ve insanları bireysel hayatlarında mutluluğa ulaştırmak için böyle bir öğreti geliştirdiğini kaydederek bu geliştirdiği öğretinin ana temasının ‘insancıl düzen’ olduğunu bilecek kadar felsefeden anladığımı düşünürüm!..
Belki anımsayacaksınız, daha önceki yazılarımın birinde Konfüçyüs’ün öğretisine göre, ‘iyi insan, ancak dünya bütünüyle uyum içinde yaşayan insandır.’ vurgusuyla birlikte onu sevenleri ve inananları, yani sadık takipçileri tarafından bugüne taşınan ve milyonlarca insanın hayatında rehber olan Konfüçyüs felsefesinin temeli kabul edilen özlü sözlerden örnekler vermiştim. Bugünkü yazımda ise yine Konfüçyüs felsefesine göre; ‘İyi yönetici olmanın sırrı dört yanlıştan kaçınmak, beş doğruyu uygulamaktan geçer.’ ilkesini onun öğretileriyle dilerseniz irdeleyelim. Peki, nedir o 4 yanlış ile 5 doğru, diye soracaksınız elbette doğal olarak…
O zaman hemen başlıyorum anlatmaya; bence o dört yanlış şunlardır:
1-) Nasihat etmeden infaz etmek yani Gaddarlık
2-) Öğretmeden başarıyı ölçmek yani Kabalık
3-) Yönetimde gevşek olup sınırlar koymak yani Art niyetli olmak
4-) Özlük haklarının dağıtımında cimri davranmak yani ‘Otoriter Bürokrat’ olmak!..
Felsefeye göre beş doğru ise şunlardır;
1-) Müsrif olmadan eli açık olmak;
2-) Gocunmadan çalışmak;
3-) Haris olmadan istek duymak;
4-) Mağrur olmadan rahat davranmak;
5-) Ürkütücü olmadan saygın olmak.
İşte tüm bu öğretilerin kapsamında ise insan; ‘Bir şeyin haklı olduğunu bildiği halde o şeyden yana çıkmazsa, o insan gerçekten korkak demektir.’
Bu yüzdendir ki bana ‘Felsefe nedir?’ diye soranlara öğretilerinden esinlendiğim Konfüçyüs’ün 2 bin 560 yıl önce gereken yanıtları böyle verdiğini söylemekten hiç sakınmam!...
O nedenle Konfüçyüs’ün şu özdeyişi benim için her zaman çok anlamlı ve önemlidir; ‘Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir!.’
Konfüçyüs’ün bu özlü sözüne bugünün Türkiye’sinde verilebilecek tek karşılığında şu olduğuna inanıyorum;
“Elden ne gelir, ne yaparsak yapalım, ne söylersek söyleyelim, bizdeki etkin ve yetkin olan, kudretli egemen olduklarını zanneden birileri, uzun ipin daima kendisinin ipi olduğunu sanmaktan asla vazgeçmiyorlar, işte bütün mesele budur!..”
Felsefenin ne olduğunu, neye yaradığını uzun uzadıya anlatmaya, felsefenin temeli kabul edilen Konfüçyüs felsefesine dair bir şey anlatmaya neden gerek gördüğümü bir kez daha yinelemekte fayda görüyorum;
“Ülkemizin bir süredir içinde bulunduğu siyasi ve iktisadi bakımdan ortam ve koşulları, maalesef toplumun önemli bir bölümünde var olduğuna inandığım ‘akıl tutulmasının aymazlık hali ve sağduyulu bilinç eksikliği’ nedeniyle Konfüçyüs’ün felsefesinde yer alan ‘Aslında derin olan kuyu değil kısa olan iptir!’ Şeklinde çok derin felsefe içeren özlü sözün ‘kıssadan hisse kapılacak, çıkarılacak ibretlik felsefe dersleri de epeyce çoktur’ diye düşünmemden kaynaklanmaktadır!”
Yani laf olsun, diye felsefe yapan biri değilim, yaşamımın hiçbir döneminde veya kesitinde de öyle olmadım…
Bugün bu sütunlarda okuduklarınızı yazarken ve dolayısıyla anlatırken eğer felsefe yapıyorsam, yazılarımı felsefe temalı yazıyor, felsefe içerikli ve de dayanaklı kaleme alıyorsam, biliniz ki mutlaka çok ama çok önemli bir sebebi vardır.
Yazımı felsefi bir fıkra ile sonlandırırsam öyle zannediyorum ki, bazı şeyler çok daha iyi anlaşılacaktır. Fıkramızın adı; ‘HİÇ OLMAK VEYA OLMAMAK!’ Adını taşıyor;
Kadı’nın huzuruna çıkarılan Bektaşi ile Kadı arasında şöyle bir konuşma geçmiş: “Baba erenler, koskoca adamsın. Böyle yaşamayı bırakıp kendine bir düzen kurmalısın. Böyle gitmez!” demiş Kadı. “Nasıl olacak bu iş, Kadı Efendi?” Demiş Bektaşi. “Bak beni örnek al. Okudum, çalıştım; kadı oldum.” yanıtını vermiş Kadı. Buna karşılık “Sonra ne olacaksın, kadı efendi?” Demiş Bektaşi. “Daha çok çalışırsam, Baş Kadı olabilirim, mesela.” Karşılığını vermiş Kadı. “Sonra?” Demiş Bektaşi. “Daha çok çabalarsam vezirlik payesine ulaşabilirim.” Demiş Kadı. “Sonra?” diye yinelemiş Bektaşi. “Daha da çok gayret edersem şeyhülislamlığa kadar yükselebilirim.” Demiş Kadı. “Peki ya, ondan sonra?” demiş yine Bektaşi. “Veziriazam bile olabilirim.” Yanıtını vermiş Kadı. “Ya sonra ya sonra?” Demiş Bektaşi yine ısrarla…
“Hiç, O kadar işte. Padişah olacak halim yok ya!” demiş ve bitirmiş Kadı. “Tamam, işte kadı efendi. Ben, senin büyük çabalar harcadıktan sonra yine de bir ihtimal ulaşabileceğin yerdeyim. Yani ben bir ‘HİÇ’im. Dolayısıyla uğraşmama, düzenimi değiştirmeme gerek yok ki!” Diye son sözünü söylemiş Bektaşi…
Yorum yapın