1970’li yılların başlarında ortaya çıkan ama kısa sürede toplumu kasıp kavuran arabesk müziğin özellikle varoşlarda yaşayan kitleleri uyuşturucu etkisiyle elbette doğal olarak ‘arabesk kültür iklimi’ altında, çocukluk, ergenlik ve de bir parça gençlik yıllarını geçirmiş olmama rağmen bu kültürden kendimi olabildiğince uzak tutmaya çalışmıştım.

O zamanlar ‘YOZ KÜLTÜRÜN MÜZİĞİ’ olarak nitelendirilen ve tanımlanan bu müzik türünden daha genel bir ifadeyle kültürden etkilenmekten uzak durmaya azami çaba göstermiş biri olmama rağmen o günlerin geçtiği dönemleri yani 1970'lerin ikinci yarısıyla 1980'lerin ikinci yarısı arasını kapsayan yaklaşık 17-18 yıllık süreci kastediyorum, acılarla yoğrulmuş(!) ‘arabesk yılları’ nedense hiç ama hiç unutamıyorum!..

Şaka bir yana yaşı benim gibi; 50’lili yaşlarını çoktan devirmiş, hatta 60’ına bir yıl kalmış dahası 60’şı çoktan geçmiş olanlar gayet iyi anımsayacaklardır. 1970’li yılların başından 80’li yılların sonuna kadar çok güçlü biçimde esen, o dönemde aynı zamanda ‘sosyolojik bir olgu olarak’ da etkisini toplumsal yaşamda oldukça hissettiren ‘arabesk müzik’ fırtınası vardı. O günlerle bu günleri kıyaslayarak gözümün önüne getirince bazen kendimi saatlerce düşünmeden alamıyorum.

‘Neden?’ diye soracak olursanız; ‘Bugünkü son derece gelişmiş teknolojik dijital ortam ile o arabesk müzik fırtınası bir araya gelseydi, ortaya nasıl bir müzik kültürü ortaya çıkardı, acaba!..’

Başlangıçta Orhancı ve Ferdici sonrasında Müslümcü, İbocu ya da başka bir deyişle İbramcı veya Kibariyeci, Küçük Emrahçı şeklinde tanımlanan damarlarla hizalanan arabeskçilerden sonra mutlaka anımsayanlarınız çıkacaktır, 1990’lı yılların başlamasıyla ‘POPÇULAR’ türemeye başladı. Bunlar özel radyo ve televizyonların bir anda ortalığı kasıp kavurduğu o yıllarda arabeskçilerin dönemini de kapatmış oldu. Öyle ki arabesk müzik veya taverna müziği veya bir başka deyişle ‘FANTEZİ MÜZİK’ yapanlar dahi pop müziğe yöneldiler, o sahada top koşturmaya başladılar.  

O yıllarda yani ‘ARABESK YILLARDA’ kent içinde ve kentlerle kasaba ve köyler arasında seyreden dolmuş minibüslerinin çoğunluğunun tamponunda şöyle bir el yazısı vardı; “Kaderimse severim” veya “Sev dedi gözlerin” O zamanlar oğlunun istediği mesleğe bir türlü kavuşamamasına içerleyen kamyoncu baba sanırım büyük ihtimalle kamyonun kasasına şunu yazdırırdı; “Bir tek dileğim var, hırsız ol ama yakalanma yeter!..” Beceriksiz oğul da herhalde çaresizce “Hatasız kul olmaz, Hatamla sev beni!” yanıtını içinde saklardı veya söylerdi. Elbette bunların hepsi birer hiciv veya latife, yani mizahi düşüncelerle yapılmış şaka ve espriler!..

 Ama gerçekten düşünün bir kere o zamanlar bindiğiniz tıkış tıkış minibüste Orhan Abi’nin müziğiyle sabah erkenden bir tür terapiye başlıyorsunuz; “Sevdik, sevdik başka sevdik, sevildik, sevilmedik, ama durmadan sevdik hamdık, piştik, elhamdülillah!..”

Buna karşılık amansız rakip Ferdiciler ise diğer minibüsten hemen yanıtlıyorlardı; “Yüzüme bakacak yüzün kalmamış, doğru bir kelime sözün kalmamış, aklını fikrini kin bürümüş, sen de mi Leyla, sen de mi Leyla, güzel gözlerini kin bürümüş, sen de mi Leyla, sen de mi Leyla!..”

O günleri anımsayanlar gayet iyi bilirler, Ferdi Tayfur’un o şarkısının bu kısmında hemen bir uzun hava başlıyordu; “Karaya ak denilir mi, amaya bak denilir mi, sen de mi Leyla, sende mi Leyla!..”

Gayet tabi arabesk müziğe damgasını vuran iklim böyle olunca da araba arkalarındaki yazılar da farklı olurdu. Alın size o yılların arabesk ortamından kalma bir demet sözler, kelamlar; “Çalışına kızlar, yoluşuna millet hasta/ Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza/ Bir sabah uykusuna doyamadım, bir de paraya/ Yolların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım/ Miras değil, alın teri/ Bir Tanrı’yı, bir de beni sakın unutma/ Uykulu gözler, yolunu gözler/ Geç geldi desinler, paçayı kaptırdı demesinler/ Severek kaçırana hesap sorulmaz/ Severek ayrılalım, problem çıkmasın/ Gülü bir gün, seni her gün seveceğim/ Dünya dikenli bir hayat, sevende mikabahat, sen ne yaptın Nebahat?.”

Müslüm Baba yani Müslüm Gürses “İtirazım var” diye seslenirdi o yıllarda bazen eski bir teypten “Yalan dolu gözlere, durulmamış sözlere, dost olmayan yüzlere, itirazım var!” diyerek aynen devam ederdi: “Ben hep yenilmeye mahkûm muyum, ben hep ezilmeye mecbur muyum, itirazım var bu yalan dolana, benim şu dertlere ne borcum var ki, tuttu yakamı bırakmıyor, benim mutlulukla ne zorum var ki, bana cehennemi aratmıyor!”

O yıllarda yeni yetme olan sayılan bir başka ses Esengül ise adeta karşı taraftan seslenirdi sevdiğine: “Uzaklarda aramam, çünkü sen içimdesin, taht kurmuşsun kalbime, en güzel yerindesin! Her an seni canımda ruhumda buluyorum, aşkınla sarhoşum ben, çılgınca seviyorum, artık anmak istemem ayrılığın adını, seninle alabildim mutluluğun tadını…”

Arabesk filmlerde finaller bol acılı ve kötü olurdu o zamanlarda…

O tür filmleri ben pek izlemezdim yani bilet alıp bizzat o tür filmleri izlemeye gitmezdim ama o yıllarda sinema seansları şimdiki gibi tek film değil, iki hatta üç film birden olurdu ve bizler örneğin Cüneyt Arkın’ın filmine gidince Ferdi Tayfur’un ya da Orhan Gencebay’ın filmlerini de izlemek zorunda kalırdık. Arabesk filmlerde belki de senaryo yazarlarının tembelliği yüzünden roller hep aynıydı, Küçük Emrah’ın annesi genellikle zor durumda kalır, kötü yola düşerdi. Hasılat rekorları kıran(!) ‘Yuvasız Kuşlar’ filminde Ferdi Baba ise sürekli isyan halindeydi. “Bu kadeh senin şerefine” diye seslendiği Emmioğlu’ adını taşıyan eserinde ise “O türküyü bir daha çal, gene çal” deyince, Emmioğlu da ‘Çal!’ talimatını belki de yanlış anlayarak türkünün mülkiyetini çalardı!..

Belki de en yakınından yediği bu darbe ile temelli derbeder olan Ferdi Baba ise asılırdı yanık sesiyle tekrardan; “Ben de bu dağların nesine geldim, meleşir kuzular sesine geldim, bir garip ölmüş de yasına geldim/ Geldim Emmioğlu…”

Aslında her sanat eseri ait olduğu devrin özelliklerini yansıtmakla birlikte, kaçınılmaz bir son, yaprak dökülme mevsimi, kaçınılmaz hazan vardır. Onu da seslendirmek herhalde Orhan Abi’ye düşerdi; “Ne sevenim var ne soranım var, öyle yalnızım ki, çilesiz günüm yok, dert ararsan çok! Öyle dertliyim ki, bana kaderimin bir oyunu mu bu, aldı sevdiğimi verdi zulmü, dünyaya doymadan göçüp gideceğim, yoksa yaşamanın kanunu mu bu!..”

Çok değil iki yıl önce 2023’de Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri, ardından geçen yıl da yerel seçimleri birer yıl arayla geçirmiş olduğumuzdan olsa gerek, gayet keskin çizgileriyle kutuplaşan bu siyaset ortamında ve de ağırlaşana ekonomik koşullar altında toplumumuz ve elbette bizlerde de o kutuplaşmadan nasibini fazlasıyla almamızdan dolayı yıllar sonra yeniden arabesk hale geliverdik galiba!..

Şimdilerde bahsettiğim o gerginlikten beslenen kutuplaşmış siyasal ve de dolayısıyla toplumsal iklimden nasibimizi alamaya devam ediyoruz kanısındayım, hatta inancındayım. Böylece çoğumuzun da psikolojisi belki pek farkında olmadan iyice dağılıveriyor!..

O zaman yazımın başından beri anlattığım o arabesk yıllara tekrar gidelim sözü o günlerin merhum Ferdi Tayfur’dan o zamanlar dinlediğimiz hit olmuş bir şarkısına bırakalım; Batan güneş beni de al, dönmem artık bu yerlere, felek sanki inat etmiş, Bütün kastı benim gibi sevenlere!..