Bugün pazar. Evdeyim. Ne bir arıza kaydı açtım, ne bir şikâyette bulundum, ne de bir randevu talebim oldu. Buna rağmen kapım çalındı. Gelenler kendilerini bir hizmet sağlayıcı adına tanıttılar. Kontrol için geldiklerini söylediler.
İlk sorum basitti. Ben bir şikâyet yapmadım, neden geldiniz?
Net bir cevap yoktu. Kayıt numarası yoktu. Önceden verilmiş bir randevu yoktu. Sadece muğlâk ifadeler, genel kontrollerden bahseden cümleler ve acele ettiren bir tutum vardı.
Burada durmak gerekiyor.
Türkiye’de resmi kurumlar ve büyük hizmet sağlayıcılar rastgele, habersiz ve özellikle pazar günü ev kontrolü yapmaz. Yapamaz. Bir eve girmenin tek meşru yolu vardır. Talep, kayıt ve randevu.
Bugün yaşadığım şey sadece benim başıma gelen münferit bir olay değil. Son dönemde benzer hikâyeleri çevremden de duyuyorum. “Bize de geldiler”, “kontrol var dediler”, “herkese giriyoruz dediler” gibi cümleler giderek yaygınlaşıyor.
Bu noktada mesele artık bir şirket meselesi olmaktan çıkıyor, bir vatandaşlık meselesine dönüşüyor.
Herkes bilmelidir ki
Şikâyet yoksa servis yoktur.
Randevu yoksa ev ziyareti yoktur.
Kayıt yoksa kapı açılmaz.
Kimlik göstermekten kaçınan, servis kaydı numarası söyleyemeyen, kapıda acele ettiren, “zaten herkese giriyoruz” gibi cümleler kuran kişiler iyi niyetli bir hizmetin parçası değildir. En hafif ihtimalle usulsüzdür, daha kötüsü ise güvenlik riski taşır. Bu tür durumlarda yapılması gereken bellidir. Kapı açılmaz. Resmi müşteri hizmetleri aranır. Apartman yöneticisine sorulur. Gerekirse emniyet birimlerine bilgi verilir. Çünkü kapıyı açmak sadece kişisel bir karar değil, aynı zamanda bir güvenlik zaafıdır.
Bugün benim kapım çalındı. Yarın bir başkasının kapısı çalınacak. Bu yüzden bu yazı bir şikâyet değil, bir hatırlatmadır.
Evlerimiz özel alandır.
Pazar günleri bahaneyle dolaşanlara karşı dikkatli olmak zorundayız.
Haklarımızı bilmezsek, başkaları bizim adımıza karar vermeye kalkar.
En önemlisi şu, gerçek hizmet, kapıyı çalmadan önce randevu alır.
Gerisi sadece soru işaretidir.
-*-*-*-
İYİ GÖRÜNME İYİ OL
İyi olup kötü görünmek, kötü olup daha iyi görünmekten iyidir. Bu cümle, ilk bakışta bir ahlak aforizması gibi durur ama biraz durup düşününce, bugünün dünyasına tutulan sert bir aynaya dönüşür. Çünkü çağımız, olduğundan iyi görünmenin, olduğundan iyi olmanın önüne geçtiği bir çağdır.
İnsanlar artık ne yaptıklarıyla değil, nasıl göründükleriyle ölçülüyor. Sosyal medyada parlatılan hayatlar, süslü cümlelerle gizlenen niyetler, yüksek sesle söylenen ama içi boş erdem iddiaları… Hepsi tek bir amaca hizmet ediyor. Kötü olsak bile iyi görünmek. Oysa iyi olup da kötü görünmek, yani sessiz kalmak, gösterişe kaçmamak, alkış aramamak çok daha ağır ama çok daha onurlu bir duruştur.
Gerçek iyilik çoğu zaman göze batmaz. Reklamı yapılmaz, etiketlenmez, manşet olmaz. Birine yardım ederken kamerayı açmayan, bir haksızlığa karşı dururken alkış beklemeyen insanların dünyasıdır bu. Kötü görünürler çünkü sesleri az çıkar, iddiaları küçüktür. Ama tam da bu yüzden güvenilirdirler.
Kötü olup iyi görünmek ise başka bir hastalıktır. Bu, vicdanı makyajla kapatma çabasıdır. Güçlüye yaranıp zayıfa sırt dönmenin, adaleti dilde taşıyıp davranışta terk etmenin adıdır. Bugün toplumda en çok yarayı açan da budur. Çünkü bu tutum, kötülüğü sadece yaymaz, meşrulaştırır. İnsanlar kötülük yaparken bile kendilerini haklı hisseder hale gelir.
Sadi Şirazi’nin uyarısı burada daha da sertleşir. Kendinden güçsüze merhamet etmeyen, kendinden güçlülerin zulmüne uğrar. Bu sadece bireysel bir ahlak dersi değildir, aynı zamanda toplumsal bir kanundur. Gücü varken başkasını ezen, makamdayken adaleti unutan, çoğunluğun arkasına saklanıp azı yok sayan herkes, gün gelir aynı terazinin öbür kefesine düşer.


