Evet, ne acıdır ki; günümüzde İslam dinine inananların çoğunluğu tıpkı üstat Soner Yalçın’ın benzer içerikte kaleme aldığı bir yazısında ifade ettiği gibi ‘tüketim putuna’ tapmaktadır. Çağının çok zorlu koşullarında ‘DEVRİMCİ’ bir iddia ve tavırla ortaya çıkan İslam dini, ‘İsyancı/Reddedici/Yenilikçi’ ilkelerle doğmuştur. İşte bu nedenlerledir ki İslam dini; ‘putlara asla teslim olmayan, boyun eğmeyen ve köleliği tümüyle reddeden’ ilkesel anlayışla büyük kitlelerce benimsenmiş ve büyümüştür. Aslına bakarsanız; Kur’an-ı Kerim’in dili Müslümanların ‘SINIFSAL’ tavrını da apaçık belli etmektedir…

Örneğin: Mele; mülk biriktirmekten dolayı tombullaşmış kimseye. Ağniya; zenginlere. Kaniz; mal yığan, biriktirenlere. Müsrif; çaldıklarını hesapsızca harcayanlara. Müstekbir; sahip olduğu servet ve makama dayanarak büyüklenenlere, yasaklar koyanlara. Mütref; zenginliği nedeniyle kariyer ve konfor şımarıklığı sergileyenlere denmektedir…

 Kur’an dilinde İnfak ise; kolektif ortakçı ekonomik bir düzenin adıdır. Afv, dulet, zekat ise; ihtiyaç fazlasını vermek anlamındadır. Say; alın teri, emek demektir. Kur’an dilinde ‘Emekçi’ Mustazaflar, demektir. Amil ise bilinçli eylem koyan emekçi anlamındadır.

Aynı literatürde Yetim; politik, ekonomik ve toplumsal yönden sahipsiz bırakılarak aşağılanan, hakkı yenen, ucuz işler kendisine layık görülenlerdir. Mahrum ise; mesleği ve yeteneği olmasına rağmen iş bulamayan veya iş bulması engellenenlere denilmektedir. Miskin’de işi olduğu halde zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayanlara verilen sıfattır. Necm’in anlamı ise; insanın emeğinin karşılığını almasıdır. Muksit, seva, rahman; eşitlikçi demektir. Kimseyi kayırmadan ve kimseye pozitif ayrım yapmadan herkese eşit davranmak şöyle ifade edilir kutsal kitabımızda; “Allah eşitlikçileri sever!..”

Kur’an-ı Kerim’de ‘EŞİTLİK’ üzerine yukarıda bazı örneklerini verdiğim birçok kelime ve tanımlama vardır. Günümüzde gelene dek bu kelime ve tanımlamaların büyük çoğunluğunun ya içeriklerini tümden değiştirdiler ya da içlerini boşalttılar. Dinimiz İslam’ın temel kavram ve hatta kuramı olan ‘SOSYAL ADALETİ’ unutturdular. Aslında ezilenlerin, mağdurların dini dolayısıyla rehberi olan İslam’ın ne denli ‘DEVRİMCİ’ bir din vasfında olduğunu unutturarak adeta ‘İslam’ı dünyadan el çektirdiler!..’

Burada bence sorgulanması gereken; ‘devrimci bir din olarak doğan İslam’ın nasıl egemenlerin hegemonyasına’ sokulduğu olmalıdır!..

Çünkü; mülkiyetin kamu değil, birey eğilimli okunmasına Muaviye eliyle Emeviler yol açmıştır. Bu duruma “Bütün mal Allah’ındır” deyince İslam’ı ilk kabul eden sahabelerinden olarak bilinen Ebuzer’in itiraz ettiği ve şu cevabı verdiği İslam tarihçileri tarafından kayda geçmiştir: “Sen bütün mülk Allah'ındır diyerek, kendini Allah'ın unvanıyla bu mülkün sahibi olarak görüyorsun. Halbuki mülk halkındır demen gerekiyor.”

İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarlarında asılı bulunan ve düstur edinilen sözü ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ demek asıl budur! Bu söz aynı zamanda ‘Adalet mülkün temelidir’ de demektir!..

Yüzyıllar içerisinde zamanla ‘dinimizi kontrolü altına alanlar’ ayet ve hadisleri çıkarlarına göre yorumlayarak adeta ‘tartışmalı bir din’ ortaya çıkarmışlardır ne yazık ki!..

‘İpek giyme, şarkı dinleme, televizyon izleme’ gibisinden ‘absürt hurafeler’ dinin kuralı, tanrı buyruğu sayıldı! Belki de bu noktada Mısırlı din bilgini ve filozof Hasan Hanefi’nin bu konulara dair sözlerine kulak vermek gerekmektedir: Ritüel ve törenlerin ön plana fırladığı İslam, sağcı ideolojik bilince katkıda bulunmakta ve böylece ‘Allah’a iman’ kitleleri ikircikli bir anlayışla gerçekliğe yabancılaştırarak kabul ve teslimiyete koşullandırmaktadır!” Bu şu anlama gelmektedir; ‘Teslim almak için din araç haline getirmek!’ Belki de bu nedenledir ki; İslam tarihinde çağlar boyunca Müslümanların birbirini kırması hep ayet, hadis ve mezhep yorumları üzerinden gerçekleşmiştir. Tüm bunlar yüzünden günümüzde belki de bildiğimiz ve gördüklerimiz şunlardır; Geceleri teheccüd namazına kalkacak, abdestsiz gezmemeye özen gösterecek kadar dinine bağlı olanlar, yoksulluk gibi insani sorunlara, dünyaya, topluma neden ilgisiz kaldığını sorgulamamak, ezilenleri görmezden gelip içine sindiren, elini taşın altına koymayan, her gelene ağam/paşam diyen, her türlü sistemin adamı olabilen, her siyasi lidere övgüler düzen, üsttekilere yalaka, alttakilere despot olanların bugün niye çoğunlukta olduğunu da dert edip sorgulamamak gibi ‘BİAT KÜLTÜRÜ’ temel kurallarına, ana ilkelerine sadakatle bağlı kalmak!..

Bu ve buna benzer durumlarla karşılaşıldığında ‘oluşturulmak istenen aslında Şirk Dini’ diyen Ali Şeriati şu yorumda bulunmaktadır; “Şirk dini; yorumlayan, kılıf uyduran, yasallaştıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlayan, halkı sınıflara ayıran din demektir. Halk, bütün tarih boyunca bu dinin hile ve düzenbazlıkların kurbanı olmuş, daima sınıfsal, ırksal ve ailevi şirkten eziyet görmüş, kan vermiş, bitkisel hayata girmiş ve yok olmuştur. Halbuki tevhid dini aynı görüşten bir dünya, bir tarih sonra da bir insan tanıtıyor!”

Yani mesele, sadece başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere müftüsünden, müezzinine, imamından, hocasına kadar din görevlilerinin lükse tutkulu olması değildir. Mesele, İsmailağa’dan Menzil’e kimi tarikatların makam, mevkii, mülk kavgası da değildir. Mesele yine Soner Yalçın’ın benzer içerikte bir yazısında belirttiği gibi aslında şudur; riyakâr, kaypak, haysiyetsiz, bencil Müslüman geçinen kimi ahlaksızların yüzüne gerçeği vuramamaktır!..