Yıllar yılı bu sütunlarda bu konuya dair çok yazdım, anlattım ama anlaması, kavraması gerekenler bir türlü anlamak istemediklerinden olsa gerek belki de ‘MİLLİ İRADE’ kavramını kendilerine göre tanımlayıp anlamaya, anlatmaya öğretmeye gayret gösteriyorlar. O nedenle bugün bir kez daha yeniden bu konuya ilişkin daha önce yazdıklarımdan derlediğim bilgileri biraz güncelleyerek biraz da özetleyerek yazacağım dolayısıyla anlatacağım.
Günümüzde bazı ‘siyasal İslamcı’ geçinen aslında ‘DİNCİ’ denilebilecek kimi çevreler, arkalarına iktidar olan siyasi iradeye egemen olanları alarak aslında kendilerinin ‘milli irade’ kavramına bağlı olduklarını, milli iradeye sahip çıktıklarını söylüyor, daha doğrusu iddia ediyorlar.
Onlar bununla da yetinmeyip seküler yani ‘laiklik hassasiyeti olanları’ ise çoğu zaman ‘milli irade karşıtı’ olarak tanımlayabiliyorlar. Bence bu gibi görüş ve düşünceler ters algı operasyonları çekmenin bir başka yoludur ve bu yolda ciddi hatalar bulunmaktadır. Bugün bu sütunlarda yayımlanan bu yazım, baştan beri anlatmaya çalıştığım ‘MİLLİ İRADE’ kavramına ilişkin bu türden ‘hatalı görüşlerin’ sağlıklı biçimde tartışılmasına yönelik bir yazı olması umudu ve dileğindeyim. Kimilerine göre ‘karanlık bir dönem’ olarak kabul edilen ve o nedenle ‘ORTAÇAĞ’ olarak adlandırılan dönemde, ‘milli irade’ veya ‘ulusal egemenlik’ gibi kavramlar yoktu, bilinmiyordu zaten!...
Bu söz konusu dönemde, bir bakıma ‘İLAHİ İRADE’ teorisinin egemenliği söz konusuydu. Buna ilahi irade teorisine göre, krallar ya da padişahlar yönetme yetkisini ancak Tanrı’dan alıyorlardı. Kralların ya da padişahların iktidarı sonsuzdu, sınırsızdı. Dahası, onların ahali yani halk tarafından eleştirilmesi bir bakıma ‘ilahi yani tanrısal iradeyi eleştirmek’ anlamına geliyordu. O yüzden onları eleştirmek yasak olmanın ötesinde ‘HARAM’ ve ‘GÜNAH’ sayılıyordu. Egemenliğin yalnızca Tanrı’da olduğu, kralların ve padişahların yönetme yetkisini Tanrı’dan aldığı teokratik düzenler, çağlar ve dolayısıyla yıllar geçtikçe zaman akıp gittikçe kapitalist üretim biçim ve yöntemlerinin gelişmesiyle birlikte çatırdamaya başlamıştı. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere ‘BURJUVA TEMELLİ’ o dönemlere göre demokratik yöntemlerle gerçekleşen devrim ve ihtilaller ile birlikte bir bakıma ‘egemenliğin kaynağı gökten yere’ indiriliyordu. Yani bir bakıma feodal, teokratik ve monarşiye dayalı düzenlerin yerini o günün düzeninde laik ve demokratik rejimler alıyordu akıp giden zaman içinde. Yani sizin anlayacağınız bir bakıma ‘milli iradenin, ulusal egemenliği’ anlamı ortaya çıkmış oluyordu. Kısaca özetlemek gerekirse; ‘milli irade’ veya ‘ulusal egemenlik’ gibi kavramlar ‘Tanrısal egemenliğe’ karşı öne sürülmüş oluyordu. İşte o nedenle günümüzde ulusal iradeden, yani ulusal egemenlikten yana olmak aynı zamanda laik düzenden de yana olmak anlamına gelmektedir.
Konuyu yaşadığımız, vatandaşı olduğumuz Türkiye’ye getirecek olursak ki ‘ZARURET HASIL OLDUĞUNDAN’ bence getirmek gerekiyor…
Bu topraklarda yani Türkiye’de yaklaşık iki yüz yılı aşkın bir süredir; batılılaşma, aydınlanma ve modernleşme mücadelesi verilmektedir. Bu verilen mücadele benim kanaatim odur ki; aynı zamanda milli iradeden yana olanlarla mili irade karşıtları arasında verilen bir mücadeledir ve bu mücadele günümüzde de halen sürmektedir. Bir bakıma Osmanlı döneminde padişahın yetkilerini sınırlamak için mücadele edenler, seçilmişlerden oluşan meclis kurulmasını ve anayasa millet egemenliğine dayalı bir anayasa yapılmasını savunanlar, o zamanlar ‘meşrutiyet’ taraftarlarıydı ve onlar ‘milli irade’ cephesinde yer alıyorlardı. Buna karşın, yapılan anayasayı rafa kaldırılmasını savunan ve bir bahaneyle rafa kaldıranlar, bununla da yetinmeyip mebus meclisini kapatanlar ‘milli irade karşıtı’ bir çizgideydi Osmanlı’nın son dönemlerinde...
Bizlerin bildiği ve anladığı anlamda ‘ULUSAL EGEMENLİK; yani ‘Milli irade’ yolunda en önemli adımların ise 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in kurulması sonrasında başlatılan ‘DEVRİMLER’ ile atıldığını söylemek mümkündür. Batı Dünyasında başta 1789 Fransız Devrimi olmak üzere demokratik devrimlerden esinlenen Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet ile birlikte, egemenlik gökten yere indirilmiş oluyor, millet/ümmet aşamasından ulus aşamasına geçiliyor ve ‘milli irade’ ya da bir başka deyişle ‘ulusal egemenlik’ anlayışı tam anlamıyla egemen oluyordu. ‘Siyasal İslamcı’ olarak bilinen ‘DİNCİ’ çevrelerin yani aslında ‘laiklik ve demokrasi’ karşıtı olan kesimlerin bu ‘cumhuriyet devrimlerine’ bakışını anlatmaya bence hiç gerek yoktur!..
Bana göre onlar; 1923 sonrası süreçte daima milli iradeyi egemen kılan cumhuriyetçilerin değil, hilafetçilerin, saltanatçıların, şeyhlerin şıhların yani topyekün ‘milli irade’ karşıtlarının yanında olmuşlardır her devirde, her dönemde…
Bilmem anlatabildim mi?..
Yorum yapın