Alİ AMCANIN HİKÂYESİ-BİR EKMEĞİN YARISI
“Gerçek Bir Hikâye”
Balıkesir’in küçük bir köyünden çıkıp yola düşmüştü Ali Amca. Gençliğinde ekmek parası için Bursa’ya gitmiş, bir fabrikada çalışmaya başlamıştı. Uzun süre dayanamadı. Bir gün kendi kendine, “Ben birinin yanında çalışacak insan değilim” dedi ve memleketine döndü.
Köyüne döndüğünde hemen bir iş kurmadı. Bir süre sağda solda çalıştı, ticareti öğrendi, insanları tanıdı. Daha sonra babasından kalan tarlasını satarak aldığı parayla Balıkesir merkezde küçük bir iş yeri açtı. Un, yem, kepek satmaya başladı. Çalışkandı, gözü karaydı. İşini büyüttü, şubeler açtı. Zamanla farklı iş kollarına girdi.
Yıllar geçtikçe adı-işi büyüdü. Artık ülkenin sayılı iş insanları arasındaydı. Balıkesir’i bırak, İstanbul’da bile en çok vergi verenler listesinde yer alıyordu.
O dönemlerde aile hayatı da dışarıdan bakıldığında çok güzeldi. Eşiyle rahat bir yaşam sürüyor, iki oğlu yurt dışında okuyordu.
Çocuklar okulu bitirdi ama işlerin başına geçmek yerine babalarının kazandığı paraları harcamayı tercih ettiler.
Gel zaman git zaman işler bozulmaya başladı. Borçlar arttı, düzen sarsıldı. Şaşaalı günlerinde etrafında olan herkes birer birer uzaklaştı. Önce eşi ayrıldı. Ev, araba, villa ve parasını alıp hayatını garantiye aldı. Ardından çocuklar koptu. Ne olan biteni anlamak istediler ne de babalarının yanında durdular.
Ali Amca bir anda yapayalnız kaldı.
İşleri tamamen iflas edince İstanbul’u da Balıkesir’i de bıraktı, daha sonrası bırakmak zorunda kaldı ve köyüne döndü. Babadan kalma evin yola bakan bahçesine küçük bir bakkal açtı. Raflarında pek bir şey yoktu. Zaten yaşı ilerlemişti, gücü kalmamıştı. Köylüler “Zamanında çok zengindi, iflas etti” diyerek Ali Amca’nın yaşantısına karışmıyorlardı. Yardım edende yoktu.
Ben o köye yeni atanmıştım. Orada bulunan ortaokulun müdürlüğünü yapıyordum. Ali Amca’yı her gün kahvede, sobanın dibinde otururken tanıdım. Kışın yakacak bir şey bulamadığı için, bulsa bile yakacak hâli olmadığı için kahvede ısınırdı. Biri çay söylerse içerdi. Çayın yanında bisküvi olursa çok mutlu olurdu.
Bir gün Balıkesir’e birlikte geldik. Fakir maaşını almaya gelmişti. Akşamüstü köy minibüsüne doğru yürürken önümde denk geldi. Bir pazar ekmeği almıştı. Minibüsün kalkmasına yarım saat vardı. Herkes oturacağı yere çantasını koymuştu. Ben, kimsenin oturmadığı Ali Amca’nın yanına geçtim.
Ekmeği yemeye başladı. Yarısını yedi, kalan yarısını yanında getirdiği bez parçasına sardı. Yanında hiçbir katık yoktu. Dayanamadım, sordum:
“Ali Amca, neden ekmeğin diğer yarısını sardın?”
Sakin bir sesle cevap verdi:
“Onu da akşam yiyeceğim.”
Bir an boğazım düğümlendi. Bir ekmeğin yarısı, onun akşam yemeğiydi.
O gece zor uyudum. Sabah olur olmaz kahveye gittim. Ali Amca yine sobanın yanında, her zamanki yerindeydi. Çay ve bisküvi söyledim. Sonra sordum:
“Ali Amca, huzurevine gider misin?”
Gülümsedi:
“Giderim be hoca, giderim de beni kim oraya koyacak?”
Ertesi gün Balıkesir’e bulunan Huzurevine gittim, şartlarını sordum, Ali Amca’dan bahsettim. Yer açılınca size haber veririz dediler ve iki hafta sonra köy minibüsünün sahibi şoför A.Y. ile birlikte Ali Amca’yı huzurevine götürdük. Odasına yerleştirdik. İki kişilik odada kalmaya başladı. Biz giderken duygulandı ve teşekkür ederken de gözyaşlarını tutamadı.
Sonraki zamanlarda Ali Amca’yı sık sık ziyaret ettim. İhtiyaçlarını karşılamaya çalıştım. Yaklaşık dört yıl sonra bir telefon geldi. Ali Amca vefat etmişti. Son zamanlarını hasta geçirmişti. Bana sık sık eşinden ve çocuklarından bahsederdi. Hep onları beklerdi.
Bir gün sordum:
“Umudu kestim hoca,” dedi. “Gelmeyeceklerini anladım.”
Huzurevinde kaldığı süre boyunca ne köyünden, ne ailesinden, ne de eski dostlarından kimse ziyaretine gelmişti. Zenginken etrafında dolaşan, ondan faydalanan hiç kimse yoktu artık.
Cenazesini alıp A.Y birlikte köyüne götürdük. Mezarlıkta bizi bekleyen beş-altı kişi vardı. Fakirin cenazesi de böyle oluyormuş diye düşündüm içimden.
Evet, bu yazdıklarım tamamen gerçektir. Huzurevinde hayata gözlerini yuman Ali Amca’nın, kim olduğu anlaşılmasın diye ayrıntılara girmedim. Ama yaşananlar gerçekti.
Sonuç olarak; mal gider, mülk gider ve kalabalık da gider. Geriye insanın vicdanı ve arkasından edilen dua kalır. İşte, Ali Amca’nın hikâyesi bana bunu öğretti.
*/*/*/*/
İNSAN HAKLARI GÜNÜ ve İSLAM’DA
İNSAN ONURUNUN TEMELİ
Her yıl Aralık ayının onunda kutlanan İnsan Hakları Günü, dünya toplumlarının ortak bir ilke üzerinde buluşma çabasını temsil ediyor. Bu ilke, insanın sırf insan olduğu için sahip olduğu dokunulmaz haklara saygı duyulması gerektiği düşüncesidir. Ancak modern dünyanın sancıları, savaşlar, göç dalgaları, ayrımcılık, yoksulluk ve eşitsizlik gibi sorunlar bize bu evrensel idealin hâlâ ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyor.
İnsan hakları kavramının Batı düşüncesi ve modern hukuk sistemleriyle özdeşleştirilmesi yaygın bir yaklaşım olsa da, hak ve adalet fikrinin kökleri insanlığın çok daha eski geleneklerine dayanır. Bu eski miraslardan biri de İslam medeniyetinin insan onuru merkezli yaklaşımıdır.
İslamiyet, insanı ilahi bir emanetin taşıyıcısı olarak kabul eder. Kur’an’da “Biz insanoğlunu şerefli kıldık” ayeti, insanın doğuştan gelen değerini açıkça ortaya koyar. Bu değer, kökeni, dili, rengi veya inancı ne olursa olsun her bireyin eşit bir haysiyetle yaratıldığını ifade eder. İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan Medine Sözleşmesi ise farklı inanç ve kabilelerin eşit yurttaşlık haklarıyla bir arada yaşamasının örneğidir. Bu belge, tarihin en eski toplumsal sözleşmelerinden biri olarak, dini ve etnik çeşitliliğin barış içinde yönetilebileceğini göstermiştir.
İslam hukukunda can, mal, din, akıl ve nesil emniyeti temel hak alanları olarak tanımlanır. Bu anlayış, insanı korumayı devletin ve toplumun asli görevi sayar. Zulüm karşısında susmamak, adaleti ayakta tutmak, güçsüzü gözetmek ve hakkaniyeti öncelemek, İslamî öğretilerin omurgasını oluşturur. Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde dile getirdiği şu cümle, bugün bile evrensel bir insan hakları manifestosu niteliğindedir: “Ey insanlar, kanlarınız, mallarınız ve namuslarınız dokunulmazdır.”
Bugün insan hakları yalnızca hukuki metinlerin konusu değildir. Aynı zamanda vicdani bir duruş, siyasi bir sorumluluk ve toplumsal bir bilinç gerektirir. Dünyada yaşanan haksızlıkları yalnızca haberlerde izleyip geçmek, birey olarak sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. İslam’ın adalet ve merhamet öğretisi, pasif bir kabullenişi değil, aktif bir duyarlılığı emreder.
Bu nedenle İnsan Hakları Günü, hatırlamamız gereken bir gerçeği yeniden önümüze koyuyor. İnsan hakları birbirinden bağımsız düzenlemeler değil, insan onurunu korumanın bütünsel bir yol haritasıdır. Hem evrensel hukuk düzeninin hem de İslam’ın temel ahlaki ilkelerinin ortak paydası tam da budur.
Bugün bize düşen, bu ortak paydadan hareketle hak, adalet ve merhamet kavramlarını yalnızca teoride değil, günlük yaşamda, siyaset dilinde, kamu düzeninde ve bireysel ilişkilerimizde görünür kılmaktır. Çünkü insan hakları ancak yaşatıldığında anlam bulur.



