Çok değil geçenlerde geçen Cuma değil önceki cumaydı sanırım. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Cuma hutbesine “ders ve iş saatlerinin Cuma namazına göre ayarlanmasını” isteğini haykırdı ve bununla da yetinmedi; Anayasanın laiklik ilkesini anımsatarak tepki gösterenleri gayet cüretkar bir dille “laikçi yobaz” ilan ediverdi. Ülkemizde anayasada ifade edilen anlam ve önemine vurgu yaparak Laikliği savunanlara karşı bile husumet besleyen, nefret diliyle her fırsatta hakaret etmeyi marifet sayan laiklik karşıtlarının son yıllarda sıkça biçimde kullanmaya başladığı “laikçi, laikçilik” kavramı, bilmem farkında mısınız, her fırsatta budanan, içi iyice boşaltılan, önem ve anlamı epeyce sulandırılan ve en nihayetinde de CHP başta olmak üzere ülkemizin sözde muhalefetinin insafında ve dolayısıyla elinde ‘tarikatlara özgürlük’ anlam ve bağlamında bir tür ‘özgürlükçü laikliğe’ dönüştürülen(!) laikliğin ülkemizde yaklaşık 80 yıllık geçmişinin tersine evrim geçirdiğinin ve böylelikle geldiği nokta budur, ne yazık ki!..

Bu dönüşümde laikliğin sınıfsallığını görmeyen ve kavramı dünya işlerini kenara atarak din ve devlet işlerinin ayrılmasına daraltan laiklerin de payı var elbette. Bitmedi devam ediyorum; “Laiklik alabildiğine sınıfsaldır ve de laiklik artı halkçılık eşittir gelişmiş demokrasidir.” Dersek yanlış söylemiş olmayız. Tarihsel süreç içerisinde bakarsak, Batı’da kilise otoritesine karşı mücadele ve egemenliği göklerden yere indirme işi olarak laiklik hep sınıfsaldı. Türkiye’de ise feodal yani ‘din-tarım’ eksenli toplumdan devrimle uluslaşarak sanayi toplumuna geçiş mücadelesinde laiklik yine sınıfsaldı. Bu durumu Somuta indirgersek, Atatürk’ün hep bilinen “Köylü milletin efendisidir” sloganıyla ilkeleşen söylem ve çizgisi, toprak reformu çabası ve Köy Enstitüleri öteden beriye hep laiklikti, halkçılıktı ve sınıf savaşıydı aslında. Sınıf savaşı olduğu için de feodal kalıntıları yani toprak ağaları toprak reformuna karşı çıktı ve CHP’den ayrılıp 1940’ların ortalarında 1945’de Demokrat Parti’yi kurdu. Bu durum başından beri aslında sınıf savaşı olduğu için feodal kalıntılar yani toprak ağaları Köy Enstitülerine daima karşı çıktı ve buraları dinsizlikle suçlayarak kapanmaya zorladı. Emperyalist ABD de 1946’dan itibaren bu sınıflarla işbirliği yaparak önlerini açtı ve geldiğimiz noktada Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın geçenlerde dillendirdiği gibi laikleri “laikçi yobaz” diye suçlamasına kadar vardı bu iş!..

Laikliğin sınıfsal olduğunun en önemli göstergeleri din adamlarının fetvalarıdır.

Örneğin kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen zat, bence hiç utanmadan sözün ona verdiği fetvada(!) “Fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceğini” söyleyebildi. Üstelik Cübbeli Ahmet Hoca denilen densiz zat, yaptığı kara sesli ve görüntülü propagandasını o kadar ince işliyor ki “Zaten bizim zenginlerin çoğu dinsiz imansız kalmıştır!” Diyerek kendisini dinleyen fakirlerden onlara imrenmemelerini de istiyor. Kısacası bu kara sesli zat; “Fakirsin fakir kal, ödülün cennet” demeye getiriyor. Müritleri de huşu içinde(!) dinlemeye devam ediyor. Nitekim Cübbeli Ahmet Hoca’nın o söz konusu kaydının başlığı da şudur: “Fakirler, zenginlerden beş yüz sene evvel cennete girecekken nasıl zengin olmak istenir?”

Sadece Cübbeli değil, onlarca, yüzlerce din adamı, hemen her gün cemaatlerine bu türden mesajlar fütursuzca vermeye devam ediyor. Böylece yoksul halk kitleleri, “zenginlerden daha önce cennete girecekleri” hayaliyle avunarak dünyadaki bu sömürü düzenini kabullenmeyi sürdürüyor. İşte tam da bu nedenle bu türden çarpık sınıfsal ilişkilerin örtüsünün kaldırılmaması için onlar laikliğe her daim karşılar. Egemen sınıfı oluşturan kesimlerin ittifak halinde halkı uyutmak için nasıl işbirliği yaptığının görülmemesi için laikliğe daima karşı duruyorlar. Yazımın başlığında da ifade ettiğim gibi “Bu topraklarda yaklaşık 150 yıldır süren demokratik devrim mücadelesi aynı zamanda bir laiklik mücadelesidir.” O nedenle Mustafa Fazıl Paşa, daha I. Meşrutiyet öncesinde, 1866’da Paris’ten Abdülaziz’e yazdığı ünlü mektubunda şöyle demiştir: “Padişahım, din ve mezhep ruhta hüküm sürer; Bize öte dünyanın nimetlerini vaat eder. Fakat milletin haklarını sınırlayan ve belli eden din ve mezhep değildir. Unutmamak gerekir ki, din ezeli gerçekler arasında durup kalmazsa, yani dünya işlerine karışırsa hepimizi öldürür ve kendi de ölür gider.” O nedenle büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal Atatürk, CHP’nin 1931 yılında açıklanan programında laikliği şu şekilde tanımlamıştır: “Din anlayışı vicdani olduğundan, fırka (parti) din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.” Özetle söylemek gerekirse ki gerekmektedir; Laikliğin üzerinden atlayarak ne sınıf mücadelesi ne demokrasi mücadelesi ne de aydınlanma mücadelesi olur veya yapılabilir!..