1800'lü yılların özellikle ikinci yarısında başlayan adına emperyalizm denilen düzen, 1900'lü yıllarda
altın çağını yaşamış ve 1900'lü yılların sonlarına doğru yerini adına küresel kapitalist sistem denilen
yenidünya düzenine bırakmaya başlamıştı. Küresel kapitalist düzen 1997’de Güneydoğu Asya,
1998’de Rusya’da, 1999’da Arjantin’de, 2001’de de Türkiye’de adeta patlama düzeyine erişmiş
durumdaydı. O yıllarda yaşanan sözünü ettiğim bu krizler sınıfsal, özellikle de sermaye içi çatışmalar
açısından esaslı sonuçları ortaya çıkardığını dikkate almak ve önemle irdelemek gerekmektedir.
Güneydoğu Asya krizini en sert yaşayan ülkelerden biri Tayland'tı. Tayland krizden hemen sonra,
neoliberal yeniden yapılanma programını uygulamaya girişti teknokrat karakterde bir hükümet
işbaşına geldi. Ancak ortaya çıkan sorun Tayland özelinde uluslararası sermayenin Tayland’ı
yağmalama girişimi olarak baş gösterdi ve bunun karşısında küresel ekonomik sistemle entegre olarak
ortaya çıkan, fakat uluslararası sermayenin bu türdeki yağmalama girişimi karşısında bir tür defansif
cephe kurmaya girişen bir sermaye bloğu siyasal bir atak yaparak iktidarı ele geçirdi. 1997’de
başlayan kriz süreci her ülkede farklı sınıfsal konfigürasyonlar içerisinde ve siyasal biçimler altında
gelişti ve farklı sonuçlar ortaya çıkardı. Ancak her durumda liberal küreselleşmenin beraberinde
getirdiği çatışmasız, çelişkisiz, bütün ülkelerin ve herkesin çıkarına işleyen bir küresel entegrasyon
ütopyasını sorgulatır hale sokarken sermaye içi kesimleri de bu işin içine dahil etti. Bu noktada, söz
konusu krizler yaşandığında o ülkelerin halkları tarafından yapılan kalkışma ve ayaklanmaları da
unutmamak gerekir. Örneğin; 1999’da ABD'de yaşanan Seattle ayaklanması ile ortaya çıkan direnişçi
karakterdeki küreselleşme karşıtı hareket, Latin Amerika ve Hindistan gibi coğrafyalarda
neoliberalizmin talancılığına karşı beliren toplumsal hareketler, liberal küreselleşmeciliğin alttan
gelen bir dalga ile karşılandığını adeta müjdelemekteydi. Yani kısacası belirtmeK gerekirse gerek
uluslararası ilişkiler, gerek toplumsal ve sınıfsal ilişkiler liberal küreselleşmeciliğin kavram seti ile
açıklanamayacak bir kaynama noktasına ulaşmış durumdaydı. Emperyalizm kavramının bu kaynama
noktasında yeniden tedavüle girdiğini görüyoruz. Bu noktada dikkatle irdelenmesi gereken bir başka
önemli konu ise ABD emperyalizminin konumunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusudur.
Amerikan kapitalizminin ve devletinin özel yapısı ve küresel ağırlığı, ABD’nin çok özgün tarihsel
gelişimi dolayısıyla, ona geleneksel anlamda toprak temelli bir imparatorluk kurmadan diğer kapitalist
devletlere önderlik etme kabiliyeti vermektedir. Kendisinden önceki diğer imparatorluklardan farklı
olarak Amerikan devleti kendisine bağlı sömürgeler oluşturmak yerine egemen kapitalist devletlerin
oluşmasını teşvik ederek, var olan egemen devletlerin de kapitalist toplumsal formasyonlar olarak
gelişmesini teşvik ederek ve de elbette bunun için de çoğu kez artan askeri gücünü de seferber
etmekten kaçınmadan, onları uluslararası sermayenin yeniden üretiminin koşullarını sağlayacak
şekilde dönüştürmeyi hedeflemiştir. Diğer imparatorluklar sömürgelerini korumaya çalışırken
ABD’nin toprak temelli olmayan bir 'açık kapı politikası' yürütmesi bu duruma bariz bir örnektir.
Britanya İmparatorluğu da Viktorya döneminde siyasi gücü ve donanmasının zorlayıcılığı sayesinde
hukuken bağımsız Latin Amerika devletlerine nüfuz edebilmiş, ticaret ve yatırımlarla bu ülkelerde
siyasi bir güç olabilmişti. Ancak İngiliz emperyalizmi açısından ekonomik bütünleşme hiçbir zaman
teritoryal genişleme ve ilhaktan daha önemli olmamıştı. 'Amerikan küresel egemenliğinin halen
bugün de devam eden temel özelliği ve özgünlüğü; kapitalizmin dünya ölçeğinde genişlemesinin ve
yeniden üretilmesinin sorumluluğunu almasında yatmaktadır.'
Amerikan devleti mallar, hizmetler ve paranın dolaşımının önündeki tüm siyasal, iktisadi ve kültürel
engelleri kaldırmaya kararlı ve buna muktedir 'tek güç' olarak görüldüğü için bugün hala ABD içindeki
ve dışındaki kapitalist sınıfların desteğini almakta ve küresel egemen rolüne diğer devletlerde günüllü
olarak rıza göstermektedir. İmparatorluk tarihçileri ve emperyalizm kuramcıları arasında tam bir
uzlaşma olmasa da ABD emperyalizminin gelişiminin bu özgün boyutunun konuyla ilgili çağdaş
literatürde çoğunlukla teslim edildiği görülmektedir. Emperyalleşen Amerikan devletinin bir bütün
olarak sermayeyi temsil etme iddiasında olması onun inşa ettiği kurumların, uluslararası finans
kurumları ve küresel yönetişim organları gibi yönetimini ağırlıklı olarak belirlediği kuruluşların veya
izlediği politikaların kendi ülkesindeki sermayelerle başka ülkelerdeki sermayeler arasında tarafsız
olduğu anlamına kesinlikle gelmemektedir. Ancak ABD’nin dünyada yaptığı her işi sadece Amerikan
petrol şirketlerinin, güçlü silah sektörünün veya başka sermayelerinin dar çıkarları açısından baktığını
da düşünmemek gerekmektedir. Hiç kuşku yok ki ABD tüm bunları üstün gördüğü ve kabul ettiği
çıkarları için yapmaktadır. Ancak bunu yaparken diğer tüm sermaye güçlerinin ihtiyaçlarını da hesaba
katmaktadır. Böylece hem Amerika’nın hem de yabancılara ait bütün sermayelerin rahatlığını ve
esenliğini genel koşullarıyla kurmaya ve korumaya çalışmaktadır. Kapitalizmin 20. yüzyıldaki genel
tarihine baktığımızda söz konusu bu durumun bence 'haksız bir özgüven' veya 'epeyce kabarmış
yüksek ego' dan kaynaklandığı söylemenin günümüz koşullarında dahi olsa hiçte zor olmadığını
düşünüyorum. Öte yandan taşıdığı tüm özel konum ve özelliklerine karşın ABD’nin yine de bir
gerileme içerisinde olduğu, bu durumun da uluslararası sistemi daha istikrarsız ve rekabetçi kıldığı
bilhassa vurgulamak gerekmektedir. Burada bahsettiğim güncel tartışma konusudur. Yani ABD’nin,
bundan sonraki süreçte önde gelen diğer kapitalist devletleri Amerikan egemenliği altına sokan ve
bunların ortak çıkarlarını tek başına düzenleyen bir 'imparatorluk' olma iddiasını sürdürüp
sürdüremeyeceği ile ilgilidir...
Yorum yapın