DOBRA DOBRA

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, yani 1950’lerden itibaren uluslararası siyasette ve ekonomide 
meydana gelen gelişmeler, dünyada küreselleşme sürecinin başladığının habercisiydi. Ancak bu süreç
politikaları ve uygulamalarıyla söz konusu yüzyılın son  çeyreğine damgasını vurdu. Özellikle iç ve
bölgesel genişlemelerini tamamladıktan sonra küresel pazar maksimizasyonunu hedefleyen çok
uluslu şirketlerin talepleriyle doğal olarak örtüşen, gelişmiş ülkelerin, özellikle ABD’nin uluslararası
siyaseti, dünya genelinde kendisini hissettirmeğe, daha doğrusu dünya siyasetine yön vermeğe
başladı. Öncelikle bu şirketlerin bir ülkeye girebilmeleri orada bir pazar ekonomisinin ve bir barış
ortamının varlığını zorunlu kılmakta ve mevcudiyetlerini devam ettirebilmeleri ekonomik, sosyal ve
siyasal istikrarı gerektirmektedir. Buna paralel olarak gelişmiş ülkelerin ticaret hacimlerini
genişletebilmeleri, ticaret yaptıkları ülkelerin, ürettikleri mal ve hizmetleri satın alabilecek zenginliğe,
dolayısıyla üretime sahip olmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede önce çatışma bölgelerinde
barış görüşmeleri yapılmakta, bu sonuç vermediği takdirde, operasyonlarla en basit anlamıyla da olsa
adaleti dikkate almadan barış ortamlarının oluşturulmasına çalışılmaktadır. Çünkü küreselleşmenin
belirleyici aktörleri, küresel ekonominin tümüyle yerleşmesi için o zamanlar evrensel barışı zorunlu
görmekteydiler. Ancak 11 Eylül 2001’de gerçekleşen büyük terör saldırısı sonrasındaki uygulamalar
kanımca konjöktürel geçici sapmalardır ve küresel aktörler, özellikle topraksız sermaye denilen kesim
kısa dönemde gidişatı kontrol altına almaya başlamıştır. Bu noktada görünen orta vadedeki sorun;
Ancak kutsal olanın veya kutsal sanılanın anlamlı olduğu Doğu ile kutsalın sadece kiliseye hapsedildiği,
ekonomik, sosyal ve siyasal toplumsal aklın hiçbir şeyi takdis etmediği Batı arasında kültürler arası
diyaloğun hangi iletişim diliyle nasıl kurulacağı sorusudur. Bu kapsamda oluşmaya başlayan yeni
düzenin egemenleri bir yandan oluşturdukları uluslararası ve uluslar üstü kuruluşlarla küresel
kurumsallaşmayı sağlamağa çalışırlarken, diğer taraftan ürettikleri evrensel değerlerin insanlık
tarafından genel kabul görmesi için sahip oldukları iletişim araçlarıyla faaliyetlerini kesintisiz devam
ettirmektedirler. Bu arzın talebini oluşturması için gereğinden fazla neden mevcuttur. 50 trilyon Dolar
civarında olan dünya hasılasının yüzde 25’i tek başına ABD’ye, diğer bölümü ise AB’ye Japonya ve
Almanya’ya aittir. Yaklaşık 900 milyon nüfusa sahip yüksek gelir grubundaki gelişmiş ülkeler, o 50
trilyon Doların 30 trilyon dolarını üretirken, dünya nüfusunun geri kalan 5 milyardan fazlasının
yaşadığı geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin tamamı ancak 13 trilyon gelir, elde
edebilmektedirler. Bütün İslam ülkeleri ise bir Almanya kadar üretememektedirler. Yaşam kalitesi
göstergeleri ise az gelişmişler için tam bir facia görünümündedir. Bir bölgenin pazar haline
gelebilmesi ve uluslararası sermayenin yatırım yapabilmesi için o bölgede barış, istikrar ve rekabet
ortamı, üretilenin satılabilmesi için ise halkın alım gücüne sahip olması, diğer bir anlatımla
zenginleşmesi, zenginleşmesi için üretmesi, üretmesi için özgürleşmesi şarttır. Kısacası eşyayla insanın
buluşması için gereken iklimin oluşturulmasında ekonomik ve siyasal özgürleşme, olmazsa
almazlardan birincisidir. Bu bağlamda piyasa ekonomisine geçiş süreci 1980’lerin başlarında
ekonomik özgürleşmenin en önemli enstrümanı olan özelleştirme rüzgarı ile desteklenerek dünyada
yayılmaya başlamıştır. Kamunun ekonomiden çekilmesi, ekonominin kendi rasyonel kurallarıyla
işlemesine, uluslararası rekabete açılarak verimliliğin, karın ve kalitenin yükselmesine, özel sektörün
gelişmesine neden olmakta, yabancı yatırımcılar için de uygun ortam hazırlamaktaydı. Nitekim
1990’da az gelişmiş ülkelerde 25 milyar Dolar olan doğrudan yabancı sermaye yatırımları 1997’de 163
milyar Doları aşmıştır. Bir taraftan da var olan uluslararası ve uluslar üstü ekonomik kuruluşlar
etkinleştirilirken, diğer taraftan küresel düzeni sağlayacak yeni kuruluşlar kurulmuş ve yeni
sözleşmeler imzaya açılmıştır. Ancak bu ekonomik özgürleşme çabaları siyasal alanda liberalleşme
olmaksızın daha ileri gidememiş ve çözüm yerine sorun üretmeye başlamıştır. Çünkü siyasal
özgürleşme tam olarak gerçekleşmediği sürece devletin ekonomiden tamamen çekilmesi ciddi
biçimde sekteye uğramaktadır. Dahası pazar ekonomisine tam geçiş mümkün olamamakta ve
özgürlükler tam anlamıyla tesis edilememektedir. Bu durum piyasa ekonomisinin, barışın ve

demokrasinin olmazsa olmazı verimli, üretken ve kendisiyle barışık demokratik kişilikli insan tipinin
ortaya çıkmasını engellemektedir. Bu durumun doğal sonucu olarak ekonomik açıdan yarı liberal
ekonomilerdeki sorunlar bütün dünya ekonomileri ve istikrarı için tehdit oluşturmaya başlamıştır. Son
35 hatta 40 yıldır içinde Uzakdoğu’dan Orta ve Güney Amerika’ya ve Rusya’dan Türkiye’ye kadar
dünyanın dört bir köşesinde gelişmekte olan ekonomiler olarak tanımlan piyasalarda sosyal dokuları
ve siyasal yapıları da etkileyen ekonomik krizler ardı ardına patlamıştır. .
Aslında 1980’lerin sonlarında bazı Stratejist’lerin ‘90’lı yıllar dünyada siyasal çalkantılar yılları
olacaktır’ şeklindeki tezlerinin de masumane bir tahminden ibaret olmayıp siyasal bir hesabın ifadesi
olduğu da böylelikle ortaya çıkmıştır!.
Yarın kaldığım yerden anlatmaya devam edeceğim..