Sakın ha “bu kaçıncı yahu!..” demeyin sakın, sakince ve sabırla bir kez daha okuyun ve sonra çevrenize dönüp bir bakın ne demek istediğimi bari bu kez anlayın lütfen!..

Beni bilenler bilir, eskilerin, “Ağaç olgunlaşmadan meyve vermez!” Şeklinde çok anlamlı bir sözü, özdeyişi vardır. O nedenle felsefe üzerine yine yeniden bir yazı kaleme alırken, öncelikle ‘nedeni, nasılı ile felsefenin çok kapsamlı incelenmesi gereken önemli bir kavram’ olduğunu belirterek söze başlamak gerektiğine inanıyorum. İnsanın doğumuyla başlayan süreçte çocukluk dönemiyle birlikte ‘algı araçları gelişmeye’ başlar. Ergenlik ve hemen sonrasında gençlik döneminde ise, ‘algı araçlarının kullanımı’ öğrenilir. Olgunluk dönemi ise edinilen bilgilerle düşüncelerin oluşu ‘fikir üretme’ süreci başlar.  Filozofların ‘Hamdım, piştim, yandım.’ şeklinde tanımladığı, ‘gelişim süreci’ çocukluk döneminde başlar ve yetişkinlik yani olgunluk dönemine dek sürer, gider.

Sonrasında ise ‘felsefe üretme sürecine gerçekten ve kaçınılmaz olarak’ girilir. İnsanın düşünsel gelişim sürecini ‘gerçekten ve kaçınılmaz olarak’ yaşayabilmesi için, ‘soyut ve somut ilişkisini çok iyi anlaması ve gerektiğinde anlatabilmesi gerekir.’

O nedenle felsefe aslında ‘somut görünen varlıkları anlamak ve bunun üzerine fikir üretme sanatıdır.’ Bu aşamada soyutu ise, elbette ki ‘SOYUTU’ bizler üretmeli, oluşturmalıyız. Böylece, bu ürettiğimiz daha doğrusu üretebildiğimiz felsefe de ‘bizim felsefemiz olacaktır.’

Sizler buna isterseniz ‘İNANÇ’ da diyebiliriz. Bu durumda, evrendeki insan sayısı kadar ‘felsefe ve inanç’ var olmayacak mıdır? Gibi bir soru da aklınıza gelebilir. O yüzden yazımın şu bölümünü lütfen dikkatle dikkatle okuyunuz;

“Bazı aklı evveller, kendi kanaatlerini, felsefelerini, inançlarını, kendi sığ kalmış kafalarına göre sınıflayıp sunarken dar akıllarınca da sınırlamışlardır. Onları pek de yadırgamıyorum ama beni kimse sınırlayamaz, demeden de ne felsefe ne de ona bağlı inanç sistemi olamayacağı gerçeğini kabullenmek gerekiyor. Aksi halde inancı, yani dini veya felsefi görüşleri sınırlanan insanın, düşünce üretimi de mutlaka ve kaçınılmaz olarak eksik kalacaktır!..”

Bu durumda bazı düşünürlerin yaptığını yapmak, onların öğretilerini uygulamak belki de gereklidir. Şöyle ki; ‘AKIL’ ile ‘ZEKA’ ayrılırsa birbirinden ayrı değerlendirilir, yorumlanırsa sanırım işimiz daha da kolaylaşacaktır.

Maneviyatta AKIL: ‘Hayır ve şerri, doğru ile yanlışı ayırmaya, sebepten sonuç çıkarmaya yarayan, özel bir zihinsel güçtür.’

ZEKA ise; ‘Anlama ve algılama becerisi, yani kabiliyetidir!’ Yaşamın içinde, yaşadığımız örnekler, bir anlamda adeta bizim dürbünümüz gibidir. Nasıl ki, dürbün, kendi maddi ve somut varlığını göstermeye değil de, uzağı göstermeye yarıyorsa...

Bu örnekten hareketle şunu söylemeye çalışıyorum; ‘dürbünün maddi, plastik, cam yapısına bakmakla uzağı asla göremeyiz!’

O halde bizler de yaşadığımız hayatın içinde, gördüğümüz örneğe değil, asıl gösterdiği gerçeğe, yani somut olana, yaşanmış realiteye yani gerçeğe bakarız, bakmak zorundayız. O nedenle her zaman ben size derim ki; ‘zeka, daima aklın emrinde olmalıdır!”

Üstelik ‘akıl, sorumluluğu üstlenerek, yarar ve zarar devranında, terazi dengesini asla şaşırmamak zorundadır.’

Zekanın ise, ‘kendi başına bir sorumluluğu yoktur’ diyebiliriz rahatlıkla…

 Hatta ‘zeka, kullanmasını bilene, sadece bir araçtır’ da denilebilir.

İnanç denince, sadece dini inançlar anlaşılıyor, oysa inanç; İnsanın önce kendine inanmasıdır! Kendi kanaatine inanmayan insanın dini inancı da olmaz. Olursa da sağlıklı ve mantıklı olmaz, taklit olur, yapmacık olur, rol yapıyormuş gibi, samimiyetten uzak olur!’

Bir kişi, bir birey olarak kendi kanaatine uyan ilke ve kurallar kapsamında yaşamak isteyebilir. Bu aşamada gelinen son noktada ise, yaşanabilecek sorunların kaynağına müdahaleler başlar. ‘Müdahale’ deyince de başkalarına kendi fikirlerini türlü baskılar yoluyla ‘zorlayıcı dayatmalar’ olarak algılanabilir. Aslında yüzyıllardır toplumlara yapılagelen yanlış uygulamalar yani dayatmalar işte tam da budur.

‘Dayatmalar’ tarih boyunca bazen din adına, bazen ideolojiler ve töreler, devlet, millet adına, hatta bilim adına yapılmıştır ve ne yazık ki!..

Halen de bu türden ‘DAYATMALAR’ yapılagelmektedir. ’Toplumları sınırlama ve kısıtlama isteği’ toplumları oluşturan bireylerin kendilerini ‘mahalle baskısı’ gibisinden kuşaklar boyu zihinlerde oluşagelen sınırlamaların bariz bir sonucudur.

Kendilerini o sizlere anlatmaya çalıştığım dar algılarıyla, soyut üzerinden vardığı kanaatlere sıkıştıran bireyler içinde bulundukları toplumun da bu kalıplarda olmasını, kalmasını ister ve bekler. Toplumda, inandığı ve hatta iman ettiği fikirlerini, bazen güzellikle, bazen de güç kullanarak diğerlerine kabul ettirir. Aslında, ‘inançların hemen her biri birer algıdır ve tamamen özgün yani orijinal olmalıdır. Asla başkalarına dayatılmamalı, insanlar algılarında tümüyle özgün ve özgür bırakılmalıdır!’ Bugün tüm bunları ‘laf olsun’ diye asla yazmadım. Umarım yazdıklarım birilerinin saksıyı çalıştırmalarına vesile oluşturur ve gerçekten ‘kulaklarına küpe olur!..’