KESKİN SİRKE KÜPÜNE ZARARA VERİR!

Meral Akşener’in ‘ALTILI MASA’ yı dağıtmasının ardından ilgili, ilgisiz, gerekli, gereksiz hemen herkesin ağzından çıkan ilk laf bu oldu. “KESKİN SİRKE KÜPÜNE ZARAR VERİR!.”

Nitekim öyle de oldu sanırım. Akşener’in masadan kalktığı 3 Mart’tan bu yana yaşanan gelişmelere yüzeysel olarak bakıldığında, bu tür işlere aslında aklının hiç ermeyecek insanlar dahi aynı görüşte birleşiyor ve ağız birliği etmişçesine o özdeyişi ifade diyorlar; “KESKİN SİRKE KÜPÜNE ZARAR VERİR!.”

O nedenle bugün sizlere geçen yıl bugünlerde sanırım 2022 yılının Mart ayı sonlarında yine bu sütunlarda ama bir başka vesileyle yayımlanan aynı başlık ve içerikli yazımı tekrardan sunma gereği hasıl oldu diye düşünüyorum;

Bugün dilerseniz sizlerle yaşama dair kısa bir denklem kuralım..

Yok, hayır, yaşama dair dedim ya, yaşama dair denklem kuralım birlikte.. 

Zihinlerinizi karıştıracak matematiksel bir problemi çözmek için kurulacak herhangi bir denklemden bahsetmiyorum. Siyasetin herhangi veya mevcut bir sorununu çözmeye yönelik ilkesel bir denklemden söz ediyorum. Siyasetçi, eğer birazdan ana hatlarıyla açıklayacağım türden bir denkleme sahip değil ise uzun vadede siyaset yapamaz, yapsa dahi asla başarılı olamaz..

Öncelikle şunu vurgulamak gerekmektedir; Kararlılık, tutarlılık ve süreklilik siyaset kalitesinin olmazsa olmaz ölçütüdür. Siyasette hedefi belirleyip ilan etmek, her koşul altında belirlenmiş hedef doğrultusunda hareket etmek siyasetçide olması gereken kararlılığın derecesine gösterir. Tutarlılık ise söylem ile eylem birliğidir. Söylediği ile yaptığı birbiriyle çelişmeyen, yaptığı söylediğine uyan türden siyaset yapmak siyasetçinin tutarlılığını gösterir. Örneğin; söylemde şahin kesilen, eylemde birdenbire güvercin gibi davranan siyasetçi tutarsız olan siyasetçidir. Dünü, bugünü ve yarını birbirini tamamlayan biçimde yapılan siyaset ise hem bütünsel hem de sürekliliği olan siyasete en bariz örnektir. Bunun gerçekleşmesi için ise siyasetçinin durum tahlilini doğru yapması şarttır! Tutarlı biçimde mutlak başarı için asker arazinin, siyasetçi jeopolitiğin, tüccar müşterinin ahvalinden yani genel ve görünen durumundan haberdar olması gerekmektedir. Siyasetçi kendinin ya da rakibinin güçlü ya da zayıf yönlerini, herhangi bir eyleminde sunacağı risk ve fırsatları doğru analiz etmeyen bir siyasetin peşinden gidiyorsa böyle bir siyaset çizgisi içindeyse başka bir hata yapmasına da gerek yoktur. Çünkü o türden bir siyasetçi zaten yapacağını yapmıştır(!) Bir siyasetçi durum tahlilini doğru yapamıyorsa başka hiçbir şeyi de doğru yapmıyor demektir!.

Şimdi gelin tüm anlattıklarım çerçevesinde, yani kurduğum denklem kapsamında siyasal bir analiz yapalım, ya da yapmaya çalışalım!..

Türkiye’de tarihsel süreç içerisinde Türk-Kürt, Sünni-Alevi gibi tarihsel arka plana sahip kesimler, siyasal zorlamalar ve göç yoluyla eritile eritilerek etkisizleştirildiği için neredeyse pratik siyasal bir sorun olmaktan çıkarılmış olması nedeniyle, siyasal alan, ister istemez kimlikler ve onun temel matrisi insan hakları sorunuyla sınırlanmıştır. Kimlikler sorununun sınıfsal sorunu öncelemesi, tarihin bu aşamasında kendini dayatan bir gerçeklik olarak, özellikle bizim gibi ülkelerde demokrasi mücadelesinin esaslı bir parçası haline gelmiştir. Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde bunun böyle olması, sınıflar arası ilişki ve çelişkileri ortadan kaldırmamış ya da böylesi durumlara çözüm getirmemiştir. Toplumda sınıflar konusunun üzeri kimlik sorunlarıyla örtülense de aslında sınıfların toplumsal ilişkilerini belirleyen devasa bir gerçeklik durumu söz konusudur ve alttan alta akan bir nehir gibi nitelendirilebilir. Özellikle 1970’li yılların liberal veya sol dünyası olarak adlandırılan dönemde Türkiye’de kapitalizm, feodalizm, Asya tipi üretim tarzı, komprador burjuvazi, emperyalizm, oligarşi, burjuvazi, işçi sınıfı, köylülük, kır, kent ve benzeri sınıf ve sistem konuları çok tartışılmıştır. Bunların epeyce bir kısmı, gerçekliği ideolojiye uydurma retoriklerinden öteye gitmese de içlerinde bugüne de kaynaklık edebilecek değerli görüşler vardır. 12 Eylül 1980 faşist darbesi birçok şeyi dümdüz edince ve buna bir de Sosyalist Blok’un çökmesi ve baskılanmış kimlik sorunlarının pıtrak gibi ortaya çıkması eklenince, toplumsal tahlillerde sınıflar konusu hep geri plana itilmiştir. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de solun entelektüel sıkıntılarının ve genel gerileyişinin yeri ise doldurulamamıştır. Medeni dünyanın sağ siyaset iklimi şu sıralarda en fazla Huntington’ın 'Medeniyetler Çatışması' ve Fukuyama’nın 'Tarihi Sonu' gibi parlayıp sönen tezlerden başka ne üretebilmiştir?.

Bu duruma koşut yani paralel olarak Türkiye'nin sağ siyaset ikliminde ne üretilebilmiştir? 1990’ların o çok okuyan İslami kesim entellektüellerine şimdi ne olmuştur? Vahşi kapitalizme ve sınıfsal adaletsizliğe karşı son yıllarda  kim ne söylemiş, kimler isyan etmiştir ki!.

Bırakın karşı bir şeyler söylemeyi, 2002'den sonraki süreçte AK Parti iktidarıyla birlikte İslam’ın kapitalizmle örtüşmesini, hatta iç içe geçişini görünce bunların çok büyük bir kesimi sistemin gönüllü propagandacılığına soyunmuşlar, mücahitler müteahhit olmuşlar ve mütedeyyin olan az bir kesimi ise, hayal kırıklığının suskunluğuna bürünmüşlerdir!..