10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ne doğru ‘YÜRÜMEK’ karanlığın gözüne bakarak yürümek!..
Yarın değil öbür gün 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü. Yazımın başlığını yapıtlarıyla ölümsüz büyük ozan Nazım Hikmet’in pek bilinmeyen ‘YÜRÜMEK’ adlı şiirinden aldım. Çünkü ben kendimi bu mesleğe başladığım otuz yedi senedir ‘karanlığın gözüne bakarak yürüdüğüme’ inanıyorum. Otuz yedi yılı aşkın bir süredir ‘karanlığın gözüne bakarak yürürken’ bu toplumun bakar körlerinin aydınlanmasına dolayısıyla bilinçlenmesi katkı sağladığımı düşünüyorum her şeye rağmen!..
Çünkü şuna inanıyorum ki bizim gibi; keskin biçimde kutuplaşmış, geri dönülmez çizgilerle cepheleşmiş, kutuplaşmış beyinsel anlamda endüstriyel olarak az gelişmiş toplumlarda, gerçekten ‘gazetecilik yapmak, gazetecilik yaparken soylu tavırlar ortaya koymak epeyce zor, hatta olanaksızmış görünen gayet vahim bir durumdur!’
Yazımın başında dedim ya, yarından sonra yani 10 Ocak Cuma günü ‘10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ O nedenle '10 Ocak'ın yüzü suyu hürmetine' bizim yaptığımız işe yani ‘gazeteciliğe dair’ yazacaklarımı okuyuverin lütfen…
Ama öncesinde ölümsüz büyük usta memleket şairi Nazım Hikmet’in ‘YÜRÜMEK’ adını taşıyan o şiirini sizlere nakletmek istiyorum;
“Yürümek; yürümeyenleri arkanda boş sokaklar gibi bırakarak/ havaları boydan boya yarıp ikiye bir mavzer gözü gibi karanlığın gözüne bakarak yürümek!..
Yürümek; dost omuz başlarını omuzlarının yanında duyup, kelleni orta yere yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek!..
Yürümek; yolunda pusuya yattıklarını, arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek...
Yürümek; yürekten gülerekten yürümek...”
Yakın tarihin yazılı olduğu kitapların yapraklarına bir göz attığınızda BBC’nin 1982 yılında Falkland savaşında sergilediği tutum; objektif anlamda ‘asaletle meslek etiğine sadık gazetecilik’ tavrına gayet belirgin biçimde örnek oluşturmaktadır. BBC, İngiltere ile Arjantin arasındaki savaşı ‘bizim askerlerimiz’ ile ‘onların askerleri’ arasındaki bir savaş olarak değil, ‘İngiliz askerleri’ ile ‘Arjantin askerleri’ arasındaki bir savaş olarak haberleştirme yolunu izlemiştir. BBC’nin o tarihteki Genel Yayın Müdürü, savaşta evladını kaybetmiş İngiliz anneleriyle Arjantinli annelere eşit söz hakkı vermelerine ilişkin kendi kamuoyundan gelen eleştirileri, “BBC'nin gözünde evladını kaybetmiş bir İngiliz anneyle, evladını kaybetmiş bir Arjantinli anne arasında hiçbir fark yoktur” diye savunmuş ve savuşturmuştu…
Bu durum sanmayın ki 1970’lerdeki Amerikan kamuoyu Vietnam Savaşı'nda, 1980’lerdeki İngiliz kamuoyu da Falkland Savaşı'nda sadece gerçeğin peşinde koşan bir gazetecilikten yana tavır koyuyorlar ve bu tavrı benimsiyorlardı. Kesinlikle hayır, onlar da ağırlıklı olarak, tıpkı şimdi Türkiye'de olduğu gibi, varsın gerçeği yansıtmasın, tarafsız olmasın, sadece ‘acıları paylaşan, yüreklerini soğutan’ bir gazetecilik yapılsın, istiyorlardı. Amerikalı gazeteciler Vietnam savaşında, İngiliz gazeteciler ise Falkland savaşında, bazen ‘vatan hainliği’ suçlamasını da içeren yoğunlaşan türden artan kamuoyu baskısına rağmen, sadece gerçeğe karşı sorumlu olduklarını söyleyen meslek etiği kuralına çok uygun bir biçimde davrandılar. Bu gazetecilik tavrına, kamuoyunun savaş cepheleri biçiminde kutuplaştığı ve o kutupların ‘başlarım senin meslek etiğine, tarafsızlığına sen; bana duymak ve okumak istediğim türden haberler ver, o türden yazılar yaz!’ dediği bizim gibi ülkelerde çok daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır, diye düşünüyorum. Hali hazırda durum vaziyeti(!) böyle iken Türkiye’de gazetecilerin ya da yaygın ve moda deyimiyle medya mensuplarının ve unsurlarının gerçek gazeteciliğe ‘her zamankinden fazla ihtiyaç duyulduğu bu gibi dönemlerde gerçekten gazeteci gibi davrandıklarını söyleyebilir miyiz?’ sorusu yöneltildiğinde benim yanıtım bazı istisnai durumlar dışında ‘maalesef’ yani ‘ne yazık ki’ şeklinde olacaktır…
Yakın geçmişte bazı yazılarımda ifade ettiğim gibi; buna benzer yaşanan süreçlerde ve durumlarda elbette bazı gazetecilerin ‘ne yapalım yani okurlarımız böyle istiyor, biz onların isteklerini yerine getiriyoruz’ şeklindeki mazeretlerle ‘bahane limanına’ sığınmalarını kesinlikle gerektirmez, gerektiremez!..
Çünkü ‘durum bu kadar vahimdir’ diyerek biz gazeteciler gerçeğin tüm aşamalarını doğruluk ve dürüstlükle yansıtmak sorumluluğundan asla kaçınamayız. Gerektiğinde anlattığım türden ‘kamuoyu akıntılarına karşı kürek çekmek zorundayız’ ve okurlarımız hoşlanmasa da böyle yapmak, davranmak zorundayız. Eğer vicdan sahibi isek ve de empati kurabiliyor isek!
Öyle inanıyorum ki; biz gazeteciler eğer anlattığım gibi yapar, öyle davranırsak inatla zamanla okurlarımızın da ‘yürek soğutan’ tiraj ve reyting kaygılı bir gazetecilik yapmak yerine ‘gerçeğin peşindeki’ bir gazetecilik yapmanın hepimiz için daha iyi sonuçlar vereceğini anlamalarını umabilir, isteyebilir hatta bekleyebiliriz.
Elbette öncelikle ‘tamamen çıkarcılığa odaklı gözünü para ve menfaat hırsı bürümüş bu deli gömleğinden sıyrılmamız’ için genelde kamuoyuna yani okurlara ve izleyicilere de önemli bir rol düşüyor.
Tüm bu nedenlerle ben kişisel olarak; yaşamsal önemdeki bir haberi kendi gazetesinde görmediğinde, ya da o haberin düpedüz manipüle edilmiş haliyle karşılaştığında, hakarete uğramış insanların ruh haliyle gazetesini protesto eden okurlar ortaya çıkmadıkça, bizim yaptığımız, ya da yaptığımızı sandığımız gazetecilik anlayışında ciddi değişikliklerin meydana gelebileceğine kesinlikle inanmıyorum!..
Nasıl ki günümüz hukukunda ‘cezasızlığın’ egemen olduğu koşullarda suç tekrar ediliyorsa, aynı şey bizim mesleğimiz için de geçerlidir, kanısını taşıyorum. Her ihlal, onu yapan gazetenin, gazetecinin yanına kar kaldığı sürece o ihlalden kaçınmak için neden çaba gösterilsin ki?..
Okurların gayet duyarlı davranarak ‘cezalandırıcı’ ya da en azından ‘kınayıcı ve ayıplayıcı’ olarak devreye girmediği sürece mesleğimizin deontolojisinde yani ahlaki değer ve etik kurallarında anlamlı değişiklikleri asla gerçekleştiremeyeceğimizi düşünüyorum. Aşırı kutuplaşma ve cepheleşmenin gazeteciler arasında yol açtığı ahlaksal bozulmanın aşamalarından birini de, ‘kutup değiştirmelere karşı’ gösterilen veya gösterilmeyen tepkileri izleyerek anlayabiliriz. Böyle durumlarda, kutup yani taraf değiştiren kişinin bir önceki pozisyonunda yapıp ettikleri, söyledikleri, yazdıkları derhal unutuluyor. Değiştirilen tavrın samimiyetsizliğine inanılsa da, ‘hazır bizim tarafa geçmiş, eskileri kurcalamayalım şimdi’ duygusu ağır basıyor ve bu da kınanması, ayıplanması gereken bir hareketin, tam tersine, ödüllendirilmesi sonucunu doğuruyor. Toplumdaki kutuplaşma ve cepheleşme en çok bizlere yansıyor ve birçok şeyi olumsuz yönde etkiliyor. Maalesef basın ve medyada ahlaki bozulmaların önünü açıyor. Hal böyle olunca da gazetecisi de genel olarak kamuoyu da böylesi süreçlerde hiçte iyi bir sınav veremiyoruz, sınıfta kalıyoruz, maalesef!..
Yorum yapın