Aslında gerçek İslam'la hiçbir ilgisi olmayan Bir takım hurafelerin 'sözde din adamları' tarafından sapkınca yorumlanması, uyduruk fetvaların 29 Ekim'ler ve 10 Kasım'larda gündeme getirilmesine ve de sözde İslam adına Atatürk'e yönelik çirkin saldırılar üzerine şu konuyu ister istemez merak ettim ve araştırdım; Ulusal kurtuluş savaşımızın başkomutanı, cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İslam'ın güncellenmesi yani tecdid edilmesi konusuna nasıl bakıyor, yaklaşıyor ve bu konuda ne düşünüyordu?.
Bu konuda en doğru kaynak olarak Atatürk’ün yazılarının, mektuplarının, röportajlarının, telgraflarının bir araya getirilmesiyle oluşturulan, Kaynak Yayınları tarafından yayımlanan 30 ciltlik Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE) yapıtına ve yine Kaynak Yayınları tarafından hazırlanan 'Atatürk’ün Kaleminden' serisinin ilk kitabı olan 'Din ve Laiklik' Üzerine kitabına başvurmak gerekiyor.
“Atatürk’ün Bütün Eserleri” adını taşıyan eserde Mustafa Kemal Atatürk’ün İslam'ın güncellenmesine ilişkin görüşleri şu şekildedir; Amerikalı bir gazetecinin 1921 yılında “Bilhassa cihat, şeriat, din ve hükümetin ayrılması gibi dini meselelerde takip edeceğiniz hareket çizgisi nedir?” sorusuna Atatürk şu yanıtı vermektedir:
“Sanırım her millet gibi her fert vicdan hürriyetinden tam olarak istifade etmelidir. Bu prensip, ‘bir milletin şayet Müslümansa bağımsızlığa hakkı yoktur’ şeklinde düşünen düşmanlarımız tarafından maalesef çiğnenmiştir. Halen, Suriye'de, Irak'ta ve Anadolu'da cereyan eden hadiseler ileri sürdüğüm bu hususun en güzel bir delilidir. Bizim dinimiz İslamiyettir. İslamiyet, dogmatik kısmı dışında nazara alınırsa, en geniş anlamıyla hoşgörü temeline dayanan "sosyo-politik" bir sistemden başka bir şey değildir ve ‘ferdiyetçilik’ ile ‘komünizm’ arasında orta bir yol teşkil etmektedir.” (26 Şubat 1921, Amerikalı Gazeteci Streit İle Mülakat) Atatürk 22 Ocak 1923'de Bursa'da Şark sineması salonunda halk hitaben yaptığı konuşmada ise yine aynı konuya dair şunları söylemektedir;
“Bin Yıl Öncesinin Kurumları, Mecelle ve Çağdaşlık Medeni ve muntazam bir devletin makinesi, eski kanunlarla işleyemez. Değerli ulema çok iyi bilirler ki, din, belirli bir hükümet şekli ifade etmemiştir. Din, hükümete esas olarak adaleti emretmiştir. Bu hükümler çok açıktır. Adaletle hüküm icra etmeyen bir hükümet çok fenadır. Hükümetimizin fena olmaması için, dinen ve medeniyeten çok mükemmel olabilmesi için adli hükümlerimizi iyileştirmek mecburiyetindeyiz. Buna hiçbir mani yoktur. Bugün mevcut kanunlarımızın kökü, daha ziyade Mecelle'dir. Yeni Türkiye, ne zamanı, ne de ihtiyacı göz önünde tutmayan Mecelle'nin hükümlerine bağlı kalamaz. En medeni milletler derecesinde hukuki hükümlerimizi de iyileştireceğiz. Yüz sene, beş yüz sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan kanunlarla, bugünkü toplumları idareye kalkışmak gaflettir, cehalettir.” Ulu Önder Atatürk 2 Şubat 1923'de İzmir'de yine halk hitaben yaptığı bir başka konuşmasında ise konuya ilişkin şu sözlerini ifade etmiştir;
“Bizim dinimiz İslam dini, en makul, en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için makul olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, İslam uygundur.”
(Kaynak; Sadi Borak, Atatürk'ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri) Gazi Mustafa Kemal Atatürk, aynı tarihteki İzmir'deki konuşmasında sözlerini şöyle sürdürmüştür;
“Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü bütün İslam âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü bu olmamıştır ve olamayacaktır, dediğim zaman bu benim ifadem değildir; tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu teori, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?”
Atatürk, 7 Şubat 1923'de yine İzmir'de aynı konuya dair yani İslam'a dair şu veciz sözlerini halka hitabında ifade etmiştir; "Bugün camilerimizde verilen hutbelerin tarzı, milletimizin fikri hissiyatı ve lisanıyla ve medeni ihtiyaçlar ile uyumlu görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek insanlara hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman, bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen, hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi söylerlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamber'in, gerek dört halifenin söylediği şeyler, o günün meseleleridir; o günün askeri, idari, mali ve siyasi, toplumsal hususlarıdır. İslam ümmeti çoğalmaya ve İslam memleketleri genişlemeye başlayınca, Cenabı Peygamber'in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük reisler idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve uyarmak için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel ahvalden haberdar etmek, son derecede ehemmiyetlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı faaliyet halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icaplarınıza ve ihtiyaçlarınıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, ahalinin aydınlatılması ve uyarılmasıdır, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hatiplerin her halde insanların kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisi'nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki: ‘Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir feyiz kaynağı, bir nur kaynağı olmuştur.’ Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve fenni ve ilmi hakikatlere uygun olması lazımdır. Değerli hatiplerin siyasi ahvali, toplumsal ve medeni ahvali her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinler verilmiş olur. Dolayısıyla hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın icaplarına uygun olmalıdır ve olacaktır. Halifeye, yalnız Türkiye devleti nam ve hesabına özel kanunla verilmiş olduğundan başka bir hak ve salahiyet verilmek icap ederse, milletin hâkimiyeti kısıtlanmış ve neticede bu hâkimiyet parçalanmış olur ki, bu, eski halin dönmesinden başka bir şey olamaz.” (Kaynak; 7 Şubat 1923 ve 11 Şubat 1923 tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesi ile Kaynak yayınlarının Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri İzmir Yollarında adlı eseri)
Yorum yapın