Kendimi bildim bileli Atatürk'e türlü yalanlar, gerçek ve akıl dışı iftiralarla yazılı ve sözlü olarak saldıranların varlığından maalesef haberdarım. Yani son 40-45 yıllık zaman diliminden bahsediyorum. Daha öncesinde yok muydu elbette vardı.  Bu densizler, bilhassa son 16-17 yıldır bu türden saldırı, iftira ve yalanların dozunu epeyce artırdılar ve de alenileştirdiler. Çünkü eskisi gibi Atatürk'e yönelik iftira ve yalanlarla saldırmanın karşılığında uygulanan ceza ve yaptırımların hiçbir caydırıcılığı, psikolojik ve toplumsal açıdan dahi hiçbir ürkütücülüğü ve korkutuculuğu kalmamış gibidir!..

Evet, Atatürk'ü koruma kanunu halen yürürlüktedir ama günümüzde caydırıcı olmaktan uzak kalmıştır. Çünkü Atatürk' e hakaretten verilen cezalar ya kadük kalmaktadır ya da bu densizler yargılanırken yargıçlar takdir haklarını 'iyi hal indiriminden yana' kullanmaktadır veyahut Atatürk'e hakaret edenler 'meczupmuş gibi' değerlendirerek cezaevlerine değil geçici ve kısa bir süreliğine akıl hastanelerine gönderilmektedir. Atatürk'e hakaret ederek saldıranların akıl sağlığının yerinde olduğundan şüphe etmek elbette en gerçekçi yaklaşımdır ama Atatürk'e her hakaret ederek saldıranında meczup yani deli olduğu kanaatine vararak hiçbir cezai yaptırım uygulamamak ve doğrudan tımarhaneye göndermekte o akıl yoksunu densizleri Atatürk'e hakaret ettiği için ödüllendirmekle eşdeğer bir durumu somutlaştırmaya yaramaktadır. Bu konuya girmişken sizlere konuyla ilgili hemen bir anekdot aktarmak isterim. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen o hain darbe girişimi, o kalleş kalkışmanın birkaç sonrası benim gibi yaklaşık 35-36 yıldır hatta daha fazla yaklaşık 40 yıldır yazan, çizen, okuyan, soran ve sorgulayan ama dünya görüşü, hayat felsefesi benimle aynı olmayan farklı siyasal iklimlerin insanı olmamıza rağmen dürüstlük, karşılıklı saygı, sevgi ekseninde o zamana dek görüşmeye konuşmaya devam ettiğimiz şimdi hayatta olmayan eski bir arkadaşımla bu 'Atatürk mevzusunu' konuştuk, birazda tartıştık. O arkadaşım bana kendisinin yıllar önce okuduğu ve epeyce etkilendiği Rıza Nur’un 'Hayat ve Hatıratım' adlı kitabının 'ideolojik taassubunu doyuran bir dedikodu hazinesi' gibi olduğundan bahsederek uzun yıllar Atatürk' ten bahsederken hatta yazarken dahi 'Atatürk' demediğini 'Mustafa Kemal' veya sadece 'Gazi' demeyi tercih ettiğini itiraf etti. Ama aynı arkadaşım bilhassa son 10 yıldan beri artık konuşurken de yazarken de Atatürk adını kullanmakta hiçbir sakınca görmediğini de belirterek şunları söyledi;

“Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili yıllar önce dolaşıma sokulan her türlü müptezelliklerin dayandığı ana kaynak, Sinop'ta 'Rıza Nur İl Halk Kütüphanesi' ne adını veren şahsın, yani Rıza Nur’un 'Hayat ve Hatıratım' adıyla 4 cilt olarak yayımlanan anılarıdır. Benim de gençken merakla heyecanla okuduğum kitaplardan biriydi o kitap. O kitapta anlatılanların aslında siyasal hesaplaşmaların, kişisel kin ve garezin ürünü, hastalıklı bir ruhun eseri hezeyanlar olduğunu maalesef sonradan farkına vardım. Bu kitap büyük bir sırrı öğrenecek olmanın hevesiyle yanıp tutuşan dindar gençler arasında yıllarca elden ele dolaştı, bilhassa 1980’li yılların başında el altından bu kitabı bulur, alır ve okurdu. Benim gibi birçok dindar genç o kitabın etkisi altında kalmıştır. 'Hayat ve Hatıratım' ideolojik taassubumuzu doyuran bir dedikodu hazinesi gibiydi. Rıza Nur'un o kitapta yazdıkları, anlattıkları bilinçten ziyade bilinçdışına aitmiş gibi görünüyordu. Benim gibi o kitabı ve o kitaba benzer kitapları okuyanlarda önyargıdan daha çok ideolojik bir refleks oluştu. Bu durum belki de muhafazakar mahalleye aidiyetin bedeliydi. Şöyle ki, ideolojik grupların alerji duydukları konular ve seçtikleri kelimeler vardır. Örneğin ben yıllarca 'Tanrı' demedim 'Allah' dedim. 'olanak' demedim, 'imkân' dedim. Demediklerimden biri de Atatürk’tü. Hep Mustafa Kemal dedim, Atatürk demekten kaçındım. Hiç kuşkusuz bu, övmek zorunda bırakıldığım bir tarihsel figürü zorla övmekten kaçınma güdüsüydü. Hiç hakaret etmedim ama zorlama sıfatlara da boyun eğmedim. Atatürk’ten dünya görüşüme uygun olarak ve daima kendimi en iyi hissedeceğim şekilde, “Gazi Mustafa Kemal” olarak söz ettim. Ta ki 2007 yılına kadar. O yıl senin bana bir başkasının hediyesi olan Atatürk'ün NUTUK'unu bana hediye etmemle düşünce dünyamda birçok şey değişime uğradı. Nutuk'u bir kez değil tekrar tekrar en az beş kez okudum, inceledim. Bir anlamda bilinçlenerek Atatürk ile barıştım. Ama hala muhafazakarım, mutaassıbım, dindarım ve de böyle olmaktan guru duyuyorum. Ancak bugünün geçkin ve yetişkin 'uydurukçu tarihçileri' işte bu Rıza Nur'un 'Hayat ve Hatıratım'a ait bazı sayfaların arasından devşirdikleri yalan yanlış bilgilerle tarihi kurguluyorlar, adeta tarihi yeniden yazdıklarını zannediyorlar. Siyasal zeminde vasat ve de müsait olduğunda entelektüel zemin de uygun hale gelir ve vasatlaşır. O kitapta ve benzer kitaplarda yazılanlar aslında tarih değil, taassup ve iftira belgesi olan yalanlardan ibarettir. İdeolojik bir kampın adamı olarak o tür kitapları okuyup düşünenler genellikle karakter zaaflarıyla birleşen ideolojik nefretleri sayesinde bu tür haltlar karıştırmaya yani Atatürk'e hakaret etmeye çok hevesli olurlar. İnsanı soyuyla, ailesiyle, yakınlarıyla vurmak ve kökenlerini algı operasyonlarında malzeme olarak kullanmak bizim gibi salt soy asabiyesine dayalı toplumların yazgısıdır bir bakıma. Yanlış mıyım, öyle değil mi Zikri kardeşim?"

Valla doğru söze ne denir? Eyvallah denir herhalde!..

Cumhuriyet tarihi boyunca sadece Atatürk değil, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Turgut Özal, keza Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ondan önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e yönelik olarak da soy ve geçmişleriyle ilgili bu türden iftiralar atılmamış mıdır?..

Ne yazık ki siyasetin de bilimin de kanalizasyon çukurlarından beslenen ahlakdışı bir yanı hep olmuştur, halen olmaktadır. Ama hepsi bir yana konunun Atatürk ile ilgili tarafı çok yoğun biçimde çirkinlik, rezillik, yalan, iftira doludur!..