Hayatın en zor işlerinden birisidir aslında, ‘hatalarımızdan ders alabilmek!’ Hatalarımızı kabul etmek yerine, onu inkar etmek, hep başkalarını suçlamak, bahane ve koşullara yüklemek insana çok daha kolay geliveriyor. ‘Hatalar Psikolojisi’ adını taşıyan, iki sosyal psikolog Carol Tavris ile Elliot Aronson tarafından yazılmış kitap tam da bu konuyu işlemektedir. Leon Festinger ise ‘Bilişsel Uyumsuzluk kuramı’ nı açıkladığı zaman, yaptığımız hata ve yanlışları kabul etmek zor geldiği için nasıl kaçış yolları aradığımızı, her şeyi nasıl kendimizi haklı çıkarmak için kullandığımızı davranışsal örnekleriyle anlatmaktadır. Belki de kabul edelim ya da etmeyelim, hepimizin zaman zaman içine düştüğü ‘hatalar çemberi’ tam da budur aslında...

Ama toplumu etkileyen yöneticilerin, iktidarda olsun, muhalefette olsun bu sözünü ettiğim ‘hatalar çemberinin’ içinde dönüp durması hepimize pek çok kez kaybettirmektedir, diye düşünüyorum. 21 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten AK Parti iktidarı eğitimden ekonomiye, yönetimden dış politikaya kadar her alanda giderek sıkılaşan ve de bunaltan ölçüde o sözünü ettiğim ‘hatalar çemberinin kısır döngüsünde’ ülkemizi beyhude biçimde sürüklemektedir. Bağıra bağıra ‘Demokrasi’ ve ‘REFAH’ vaatleriyle iktidara gelip zaman içinde ‘OTOKRATİK DÜZENİ’ inşa eden, yerleştiren iktidar, siyasal İslam hedefiyle ‘laik Cumhuriyeti’ ortadan kaldırma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Adeta batağa sürükledikleri ekonomiyi şimdi de IMF formülleriyle gene emekçinin sefaleti pahasına kurtarma peşine düşmüş görünmektedirler. Farkında mısınız bilmem ama bunlar yaptıkları hiçbir hatalarını kabul etmemekte, her yanlışı ya muhalefete ya da küresel dış güçlere yıkarak kendi sorumluluklarını sürekli inkâr etmektedirler. Bu yanlışları topluma kabul ettirebilmek için de dini kullanmakta hiçbir sakınca görmemekte ısrarcı davranıyorlar. Hesap vermemek için de kendilerini dinsel motif, söylem ve sloganları ile ‘kutsallık kalkanı’ arkasına saklamaktadırlar. Halkı kaderine razı edebilmek adına kutsal motiflere sığınmak her zaman yaptıkları olağan işler haline gelmiştir. Aslında bunların amaçları da kendi iktidarlarını sürdürmek, makam, mevki ve para kaynaklarını asla kaybetmemektir. Dini motifler, dinsel söylem ve sloganlar aslında bu amaçlarını gerçekleştirmek ve sürdürmek uğruna kullandıkları araçlardır.

Diğer tarafa baktığınızda ise ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin de de kendisini buna benzer bir türde ‘hatalar çemberine’ kapattığı bence apaçık görülmektedir. CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 14/28 seçimlerini kaybettiğini bir türlü kabul edememekte, aksine oylarını epeyce artırdıklarını, bunun da başarı sayılması gerektiğini ısrarla savunmaktadır. Oysa yakın geçmişte yani 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermekle yapılan yanlışı hala savunmakta, 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül’ün adaylık için düşünülmesini ve bu sayede sağ kesimden oy alma çabasıyla yaratılan eksen kaymasının bence başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere tüm CHP üst yönetimince asla makul sayılamayacak kabul edilmesi gereken hatalarıdır. Tüm bunlara rağmen laikliği her zaman savunduğunu, ilelebet(!) savunacağını söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu’na o zaman tarikat ve cemaatlerin baskısıyla yapılan pek çok yanlış işi neden hep görmezden geldiğini ve tepki göstermediğini sormak gerekmez mi?..

O zaman bir kez daha Kemal beye soralım mı? “Hangi laikliği savunuyorsun, nerede kaldı laiklik? Doğru, dosdoğru sormak gerekir; Tarikatlar ve cemaatler konusunda CHP genel başkanı olarak ne düşünüyorsunuz?” Bu türden oluşumlar sizce yasadışı mıdır, yoksa onları yasaklayan yasalar artık yürürlükten kaldırılmış mıdır?..

Bu ve buna benzer soruları yanıtlayın ki bilelim, görelim, laikliği nasıl savunuyorsunuz? Bir anlayalım!..

Gerçeklerden kaçmadan, asla inkâr etmeden, kesinlikle görmezden gelmeden yüzleşebilmek gerekiyor. “Evet, burada, bu konuda gerçekten bir hata yapıldı, biz bunun böyle olabileceğini öngöremedik maalesef!” diyebilmek gerekmiyor mu? Bence gerekiyor!..

Sözün özü şudur; Kılıçdaroğlu’nun “Evet, bu türden hataların sorumlusu benim. Yaptığımız yanlıştı” diyebilmesi gerekmektedir. Hala çok geç değil. Bu türden hataların oluşumunda çeşitli etkenler rol oynadı. Belki isteklerimizle gerçekleri ayıramadık, belki etki ve etkenleri doğru değerlendiremedik, belki öngörülerimiz hatalıydı. Nesnel biçimde analiz yapabilmek her zaman çok önemlidir. Bu türden yapılan siyaset stratejilerinde yapılan hata ve yanlışlarda birçok önemli faktör vardır elbette ama bu hata ve yanlışlarda ‘benim payım nedir?’ diye de insanın kendisine sorması, özeleştiri yapması gerekmez mi? ‘Ben bu yanlışları zamanında görüp önlem alınmasına çalışsaydım epeyce farklı bir şeyler olurdu, diyebilmek o kadar mı zordur acaba?..

Asla unutmamak gerekir ki; Her yanlış, yapana bir bedel çıkarır. O yüzden bu bedel ödenmelidir. Ödenmezse söz konusu o bedel daha da artar, hataya ortak olmayanlara yani seçmenlere de zarar verir. Bu bedel kimi zaman özeleştiri yapmaktır, kimi zaman da görevinden istifa etmektir, sorumluluğunun gereğini tam olarak yerine getirmektir. Her zaman ve her koşulda “hataların bedeli mutlaka ödenmelidir. Gerçeklerden asla kaçamazsınız. Kaçmamanız daha akıllıcasıdır zaten.” Ancak yine de Kılıçdaroğlu ve onun gibilerine Balıkesir yerelinde Ahmet Akın ve yeniden kabara kabara, sütten çıkmış ak kaşık gibi yeniden aday olup bir şekilde(!) il başkanı seçilmeyi başaran Erden Köybaşı gibilerine yine de ‘siz bilirsiniz ama doğruyu bilemezsiniz, bileceğiniz de yok!’ Demek gerekiyor belki de!...