Daha açık ve ne soralım isterseniz; Türk halkının siyasal rejim tercihi ne olur? Siyasal İslam’ın yasaları ve kuralları ile yönetilmek mi ister, yoksa laikliğin esas alındığı demokratik parlamenter sistemle mi yönetilmek ister?
Bu soruya yanıt oluşturduğunu düşündüğüm Profesör Doktor Doğan Soyaslan’ın aynı konuya ilişkin geniş kapsamlı analizler içeren makalesini okudum. Bu makaleden kısa alıntılar yaparak, kendi görüş ve düşüncelerimi de katarak bugünkü yazımı oluşturdum; Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor: İslam dinine inananlar kişisel huzur ve güvenlik içinde yaşarlar, yaşadıklarını düşünürler. Allah inançları onlara umut ve cesaret verir. Zayıf anlarında zorluk içinde oldukları zaman Allah’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar. İnançları kendilerine güç verir. Yıkımlardan Allah’ın koruyacağına, vicdanlarını rahatsız eden şeylerden dolayı kendilerini bağışlayacağına inanırlar. Yedinci yüzyılın birinci yarısında Mekke’de doğan İslam dini aynı zamanda Kureyş kabilesinin öncülüğünde kısa zamanda devletleşmiştir. Hz. Muhammed ilahi emirler doğrultusunda devlet idare etmiştir. Hayatın her alanında İslami emirler uygulanmıştır. İnsana düşünüp değerlendirme ve özgürlük alanı bırakmamıştır. Arap orduları yedinci ve sekizinci yüzyıllarda İslam’ı Doğu’da Orta Asya içlerine, Batı’da Kuzey Afrika ve tüm İspanya’ya kadar egemen kılmışlardır. İslam ve Kuranıkerim’in dili, Araplar arasında birlik sağlanmasının nedeni olmuştur. Bilimsel buluşlarıyla Araplar o zaman ileri bir uygarlık kurmuşlardır. Bu uygarlığın kurulmasında Arap imparatorluğunun insanlarda doğurduğu özgüvenin payı olmalıdır. Biz Türkler sekizinci yüzyılın birinci yarısında İslam dinini tanımışlar, onikinci yüzyıla kadar İran üzerinden İslamlaşarak aşiretler halinde Anadolu topraklarına yayılmışlar, Selçuklu-Osmanlı imparatorluklarını kurmuşlardır. Türkler İslam dinini yaymak, devletin güvenliğini sağlamak için Ortadoğu’ya Kuzey Afrika’ya, Orta Avrupa’ya kadar egemen olmuşlardır. Gerek Arap imparatorluklarını gerekse Türk imparatorluklarını kabile ve aşiretler kurmuşlardır. Yönetici bürokrasi kan bağına dayanmıştır. Her ikisinin de amacı İslam’ı yaymak ve egemenlik alanını genişletmektir. Her ikisi de yabancı topraklara topluluk olarak ve birey olmayarak İslam’ı yaymak ve devletlerinin geleceğini güvence altına almak için ümmet olarak gitmişler, üretim amaçlı gitmemişler, daha ziyade askeri amaçlı gitmişlerdir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaşı olan Batılı imparatorluklar, gittikleri yerlere üretim amacıyla, madenleri çıkarmak, toprakları işleyip anavatana veya diğer ülkelere satmak amacıyla gitmişlerdir. Osmanlı’dan hammadde alıp mamul madde satmak için imtiyazlar, kapitülasyonlar elde etmek amacıyla kıyasıya yarışmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu asli unsuru olan halktan bir tüccar, esnaf, girişimci sınıf oluşmamıştır. Çiftçi ve asker olarak gelmiş ve öylece kalmışlardır. Ticaret ve esnaflık gayrimüslimlerin işi olmuştur. Otoriter kurucu aile asırlar içinde imparatorluğa dönüşmüştür. Ancak aile yapısı asırlarca imparatorluğa egemen olmuştur. İmparatorlukta kamu düzeninin bozulmaması için farklı düşüncelerin açıklanmasına ve yayılmasına izin verilmemiştir. Eğitim metafizik düşünceyi kıramamıştır. İmparatorluk Allah’ın emirlerine uygun hareket ettiğini düşünerek asırlarca dünyadan habersiz olarak kendisini de tebaasını da adeta uyutmuştur. İslam kültürü tarihsel ve sosyolojik perspektif ölçülerinde bakıldığında; insana güvenmeyen, kadını sosyoekonomik yaşama sokmayan, yaşamın her alanını ilahi emir olarak düzenleyen bir kültürdür. Bu nedenle insana özgürlük alanı bırakmamıştır. Özgürlükçü olmadığı gibi kaderci, daima şükretmeyi emreden, insanı aciz sayan, yaşamı olduğu gibi kabul eden, bu nedenle insanı pasifleştiren, bir anlamda tembelliği teşvik eden bir kültürdür. Kadercilik, acizlik, yaşama karşı teslimiyet, merak etmeyi, sorgulamayı önler. Oysa bilimsel buluşların ve yenilenmenin temelinde merak ve sorgulama vardır. Müslüman toplumlar bundan mahrumdurlar. Nitekim hiçbir İslam devletinin bilimsel ve teknolojik bir icadı yoktur. Paradan para kazanmanın haram olması da Müslüman toplumlar önünde bir engeldir. İnsanlar getirisi olmayan parayı bankaya yatırmazlar. Bunun sonucu sermaye birikmez, yatırım yapılamaz. Ayrıca İslam üretimden ziyade ticareti öğütler. Oysa üretim insan yeteneklerini de geliştirir. Batı’nın çok gerisinde kaldığını anlayan Osmanlı İmparatorluğu, Batı gibi olmayı düşünmüş, Tanzimat ile beraber kullarına can ve mal güvenliği, özgürlükler vermiş ancak birinci Dünya Savaşının sonunda yıkılmaktan kurtulamamıştır. Yerine yurttaşlarına özgürlük, sorumluluk ve iktidar sahipliği veren Cumhuriyet kurulmuştur. Türk halkı tarih boyunca özgür ve sorumlu, özgüvenli, ruhu sonsuza yönelik ve dimdik olmadığı için uluslararası yarışta gerilerde kalmıştır. Açılan mesafeyi kapatmanın ve ilerlemenin tek şartı özgür, özgüvenli, girişimci, sorgulayıcı, sorumlu, doğaya karşı dimdik insanlar olmaktır. Bu nedenlerle hiç kimsenin ilerlemenin kaynağı olan özgürlükçü rejimden vazgeçmek ve İslami rejim istemek hakkı yoktur. Ortadoğu’da onur kırıcı çaresizlik Müslümanların hayata bakışlarını değiştirmeleri gereğini ortaya koymaktadır. Doğru olanı insanların özgürce inanç ve ibadetlerinin gereğini yapmaları ancak dinin siyasete sokulmamasıdır. Çünkü İslam değişmez Tanrı emridir. Bildirildiği çağın sosyoekonomik şartlarına bağlıdır. Oysa yaşam değişmektedir.
Tüm bunlardan sonra yazımın başlığında ve ilk paragrafında sorduğum soruların yanıtlarını bir kez daha düşünün, gerekirse bu yazdıklarımı dikkatlice bir kez daha okuyun!..
Yorum yapın