Gazetecinin haber yapmak hakkı, yorum yapması ise helaldir. Gerçekten gazeteci olan vicdan, insaf, izan sahipleri bunu çok iyi bilirler, bilmek zorundadırlar ama heyhat!..

 Bugünkü yazıma böyle başlamamın nedenini eğer merak ediyorsanız, birazdan anlatacaklarımı lütfen dikkatle okuyup değerlendirmesini öyle yapınız. Çocukluğumun ve ertesinde ergenliğimin, sonrasında gençliğimin ilk yıllarının geçtiği yıllarda, Yetmişli ve seksenli yıllarda ilkokul, ortaokul, lise dönemlerinde çoğumuzun diline pelesenk olmuştu; ‘Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma! Unutursan küserim, mektubumu keserim!’ şeklindeki sözler! Çünkü o yıllarda, mektuplaşmak, birbirimizin anı defterlerine duygu dolu notlar düşmek, kısacası duygularımızı ifade etmek, yüz yüze geldiğimizde birebir açıkça söyleyemediklerimizi kağıda dökmek, hatta yazarak ilan-ı aşk etmek, adettendi, o günlerde modaydı, popüler olanı yapmaktı. ‘Hiç unutmam’ diye söze başlayıp belleğimi şöyle bir yokladığımda, gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda, meslekte henüz iki buçuk yıllık geçmişim varken, o dönemdeki patronum, ebedi ustam ve bu meslekteki manevi babam merhum Ekrem Balıbek’e yazdığım mektup sayesinde gazetesinden kendimi kovdurmayı becermiştim(!) Ama Ekrem ağabey ne beni, ne de ben onu, gönüllerimizden bir türlü asla kovamadığımızdan ve ben ‘gazetecilik mesleğindeki ebedi babamdır!’ demekten, asla vazgeçemediğimden, aradan yaklaşık iki sene geçince, ilk karşılaştığımızda boynuna sarılmış, tutup elini öpmüş ve sonraki yıllarda, 2011’de vefat edinceye dek, benimle sıkı dostum, feyz almaya devam ettiğim meslek büyüğüm, ustam olmaya devam etmiştir. Sizin anlayacağınız, o yıllarda yazmak ve okumak, duygularımızı, niyetlerimizi, varsa isyanlarımızı kağıda dökmek, kendimizi öyle ifade etmek, çok önemliydi. Günlük köşe yazılarını son süreçte Milliyet gazetesinden takip ettiğim Mehmet Tezkan’ın sanırım 2014 yılının Aralık ayında yayımlanan bir yazısında, “Sepet sepet yumurta sakın beni..” başlığıyla kaleme aldığı yazısının bir bölümünde, benim bugünkü yazımda bahse konu ettiğim mevzuya ilişkin şu ilginç ve çarpıcı görüşler yer alıyordu; Eskiden tehlikeli değildi. Kasabadan kente inen, köyden kente gelen yanında yumurta getirmeyi ihmal etmezdi. Çünkü en ucuz, en hoş hediyeydi, yumurta…

Doktora mı gittin, bir sepet yumurta…

Avukatın kapısını mı çalman lazım, bir sepet yumurta…

Akrabanı, arkadaşını mı ziyaret edeceksin, bir sepet yumurta… Köylü toplumuyduk…

Çoğu evde kümes vardı… Kümesten alırsın, saman dolu sepete koyarsın, taze taze götürüsün…

İster sucuğun üstüne kır, ister menemen yap, ister omlet…

Sevmeyen yok gibidir, yumurtayı. Sucuklu yumurta milli yemektir. O zamanlar mektupların sonuna mani yazmak adettendi. Mani yazılır da mani hiç yumurtasız olur mu? Hiç düşünmeden döşenirdik; Sepet sepet yumurta, Sakın beni unutma, Unutursan küserim, Mektubumu keserim…

Gel zaman git zaman, evler apartman oldu. Tavuk besleyecek yer kalmadı, haliyle kümesler de yıkıldı. Civcivler makinelerde büyümeye başladı, yumurtalar saman dolu sepetlerden çıkıp karton kutulara girdi. Ne eski tadı kaldı ne kokusu, ne de rengi. Mektup adedi de bittiği için manisi de unutuldu. Kimse artık, Sepet sepet yumurta, Sakın beni unutma, demez oldu!.”
Hayır, sakın ola ki, bu yazımı, ‘bir veda yazısı’ şeklinde düşünmeyin, ‘Balıkesir’de, daha yapacak çok işim, bu dünyadan göçüp gitmeden söyleyecek ve yazacak çok şeyim var! Elbette yüce Rabbim bana ömür verdiği müddetçe!’

Bu yazı, yaklaşık beş buçuk yıl öncesine kadar yaşadığım zorlu bir süreçte, beni hak etmediğim ölçüde büyük sıkıntılara sokan bir dönemde, ‘tepkisel bir durum değerlendirmesi, duygusal ve gayet özel bir analizdi…’

Çok şükür ki, 2017 yılının ilk ayından bu yana özgürce yazabilme fırsatını bana veren ‘BİRLİK Gazetesi çatısı altında’ meslek yaşamımı huzurla sürdürebiliyorum. O nedenle bana bu fırsatı sağlayan gazetemizin sahip ve yöneticileri olan genç kardeşlerime ve meslektaşlarıma yeri gelmişken bir kez daha teşekkürlerimi sunuyor, iletiyorum. Bu sütunlarda daha önce yayımlanan benzer içerikteki bazı yazılarımı dikkatle okuyanlar, ne demek istediğimi, aslında neyi kast ettiğimi, zannediyorum, çok belirgin ve açık biçimde anlamışlardır, ya da anlayacaklardır, diye düşünüyorum. Arabesk müziğin ünlü sesi Orhan Gencebay, “Beni Böyle Sev, Seveceksen!” adlı eserinde, şu dizelerle sesleniyor; “Beni böyle sev seveceksen, Olduğum gibi göreceksen, Girme gönlüme girme ömrüme, Ne dertliymiş bu diyeceksen!” Sonra da şöyle devam ediyor; “İster sevgi ol istersen kin, İsterdim, benim ol benim, Beni böyle sev, seveceksen!” Öyle zannediyorum ki, beni sevenler böyle olduğum için seviyor, sevmeyenler ise böyle olduğum için sevmiyorlar!..

Bu saatten sonra bu konuda yapacak bir şey yoktur, olmaz da! Çünkü ben böyle biriyim. Değişmeye veya değiştirilmeye de asla niyetim yok! Başka ne diyeyim ki; Zorla güzellik olmaz, talimatla, baskıyla, zorlamayla ve hatta ısrarla da iyilik olmaz ve yapılamaz!..