Evet, geldik ‘15 Temmuz 2016 Cuma’ günü bu sütunlarda neler yazdığıma…

Bu başlık ve içerikte yazılarım salt 15 Temmuz 2016’da değil izleyen yıllar, aylar ve günlerde günümüze dek üç veya dört kez daha yayımlanmıştır. Yazılarımı son 14-15 yıl içerisinde günü gününe takip edenler hemen anımsayacaklardır…

Demin de belirttiğim gibi ‘15 Temmuz 2016 Cuma günü’ bu sütunlarda yayımlana yazımda sanki ‘o hain kalkışma o kanlı ve kalleş darbe girişiminin’ yaşanacağını sezmiş gibi “GÜÇ VE SİYASET İLE ŞEYTANLIK YAPMAK!” üzerine bir şeyler yazmaya dolayısıyla anlatmaya çalışmıştım. Şimdi sizleri o son yazım ile baş başa bırakıyorum;

“Tarih boyunca insanoğlunun en büyük sınavı siyasetle olmuştur. Gayet masum ve iyi niyetlerle başlatılan siyasi hareketler, sonunda asıl mayasına, gerçek mecrasına dönmüştür. İster sağcılık ister solculuk ister milliyetçilik ister Atatürkçülük ister Alevilik ve isterse Sünni İslam adına yapılsın, Türkiye'de anlaşılan ve gelenekselleşen biçimiyle siyaset; tarihte olduğu gibi ‘Güce sahip olma ve gücü elinde tutma’ mücadelesinden başka bir şey değildir. ‘Her şeyde biz söz sahibi olalım, bizim dediğimiz olsun’ mücadelesidir. ‘Bizden habersiz yaprak bile kımıldamasın’ mücadelesidir. ‘Dine, bilime, eğitime, sanata, paraya, makama, şöhrete ve eğlenceye biz sahip olalım’ mücadelesidir. Zihniyet böyle olunca, siyasetin değerleri bunlar olunca, bu mücadele önünde hiçbir engel görmek istemez. Siz eğitim, bilim, sanat, adalet ve güvenlik alanında en güzel çalışmaları yapsanız, ülkeniz ve ulusunuz için olağanüstü özveride bulunsanız, insanımızın barış ve mutluluğu için ‘ağzınızla kuş tutsanız’ siyasetçiye yaslanmadığınız, onların dümen suyuna girmediğiniz, onlarla rant paylaşımı yapmadığınız sürece siyasetçiye asla yaranamazsınız. Bu nedenle ‘siyaset en kutsal davalar adına bile yapılmaya başlansa da’ maalesef bir süre sonra, ‘o kutsal davaya rakip ve düşman olmaya başlar.’

Çünkü ‘kutsallıktan uzak olan kutsal olması mümkün olmayan siyasetle asıl kutsallık bir arada yaşayamaz!’ Sonuçta siyaset; ‘aç kalan kedinin kendi yavrularını büyük bir zevk ve iştahla yemesi’ gibi kutsal olan ne varsa hepsini tek tek acımadan ve iştahla yer. Hatta bu acımasızlıktan dolayı da büyük bir onur duyar. Çağlar, yüzyıllar boyu, nice düşünür ve bilgini, hatta siyasetçiyi zindanlarda çürüten zihniyet budur, yani siyasettir. İslam tarihinin ilk isyancıları Haricilerin din adına, ‘ihlas ve takva’ adına yaptıklarını zannettikleri zulümler de aslında ‘siyaset’ adına yapılmıştır. Günümüzde de bunun en acı en çarpıcı örnekleri farklı biçimlerde ve ortamlarda yaşanmaktadır. Her alanda ülkemizin ve toplumumuzun yüzünü güldüren insanlar, zalimlere karşı iktidara büyük destek veren gruplar kullanılmış ve sonunda o tarif edilen siyasetçiler tarafından rakip ve düşman olarak algılanmış ve bu güzel insanlara karşı geniş kapsamlı ve de acımasızca bir mücadele başlatılmıştır.

Belki de o yüzdendir ki SİYASET; öyle tehlikeli, öyle şefkatsiz, öyle merhametsiz, öyle nezaketsiz bir canavar haline getirilmiştir ki, ne kadar iyi ve masum niyetlerle başlarsa ne kadar güzel niyetlerle yapılırsa yapılsın, siyasetçi için, bir süre sonra dostlarını düşman, düşmanlarını dost görmeye başlamasına neden olmuştur.

Ve yine belki de ŞEYTAN; siyasetçinin yakasını hiçbir zaman bırakmamış ve er ya da geç nefsin dümen suyuna sokmuştur. İşte o adına ‘ŞEYTAN’ denilen soyut varlık siyasetçinin gözüne dostları; ‘düşman’ düşmanları; ‘dost’ olarak göstermiş ve belki de ikna etmiştir. O zaman da gücün dışında, hiçbir değer tanımayan SİYASET; ‘alimleri zalim, zalimleri alim’ görmeye başlamıştır.

Tarihin hiç değişmeyen bu acı gerçeğinin bir gün mutlaka değişeceğini ummanın dışında şimdilik belki de başka çaremiz yoktur.

Medeni yaşamın yani ‘uygar ve kutsal değerler’ adına başlatılan ve büyük bedeller ödenerek, bu günlere kadar getirilen demokrasi mücadelesinin, siyasetinin bu ‘asla iflah olmaz’ hastalığından en kısa zamanda kurtulacağını her şeye rağmen ben şahsen umut etmek istiyorum. Aksi halde, hepimize yazık olacak ve tarihte aslında ‘MAZLUM’ bilinen olan siyasetçiler, ‘ZALİM’ olarak geçebileceklerdir. Bana göre; ‘gerçeğin dünyaya ait hiç değişmeyen ve değişmeyecek yüzü belki de budur!’

Çoğunuzun bildiği gibi ASAP; Arapçada ‘SİNİR’ demektir. Buna göre Asabiyet; günlük dilde ‘sinirlilik’ anlamına gelmektedir. Devletlerin yükselişini ve çöküşünü, toplumsal özelliklerde arayan ve bu nedenle de bence sosyolojinin kurucusu sayılması gereken İbn-i Haldun’a göre göçebe toplumların asabiyeti yüksektir ve bu nedenle de yerleşik toplumlardan oluşan devletleri işte bu ‘SİNİRLİLİK’ yakar, yıkar ve parçalar.

Konunun bu çerçeve kapsamında değerlendirildiğinde Arapçada ASABİYET; bir tür ‘NEPOTİZM’ yani kendi akrabalarını, ırkını, kavmini, aşiretini kayırmak anlamında da kullanılmaktadır. Batılı dünyada bilinen ve uygulanan demokratik siyasette ise ‘IRKÇILIK’ yani ‘ŞOVENİZM’ ne denli tehlikeli kabul edilse de ‘DİNCİLİK’ de o denli tehlikeli kabul edilmektedir. Çünkü her ikisi de hem ‘AİDİYET’ duygusunu, bütün duyguların ve sorunların önüne çıkarır, hem de her ikisi de dinimiz gibi, Allah gibi, ırkımız gibi, geçmişimiz ve atalarımız gibi ‘MUKADDES’ yani ‘KUTSAL’ kavramlara dayanmaktadır. Bu nedenle de demokrasinin en temel özelliği olan, farklılıkların birlikte yaşaması, özgürlük, insan hakları kavramlarına çok uygun olmayan dogmaları siyasal sisteme sokarak demokrasiyi ‘ister istemez’ yozlaştırmış olur. Genellikle de o bilinen anlamıyla ‘DEMOKRASİ’ yerine, ‘ÇOĞUNLUĞUN AİDİYETİNE BAĞLI’ gibi görünen din veya ırk kavramlarının ‘BASKICI’ yani ‘DESPOT’ yönetimine, kimi zaman da totaliterliğine yol açar!..

Tüm bu açılardan bakıldığında ‘DİNCİLİĞİ’ öne çıkarıp ‘IRKÇILIĞI’ eleştirmek, ya da ‘IRKÇILIĞI’ öne çıkarıp ‘DİNCİLİĞİ’ eleştirmek arasında, ‘DEMOKRASİYİ YOZLAŞTIRMAK’ bakımından çok da büyük bir fark yoktur. Esas olan, ‘DİNCİLİĞİ’ de ‘IRKÇILIĞI’ da aşan ve hepsine eşit uzaklıkta durarak, onların tümünü kucaklayan ‘MEDENİ, LAİK VE DEMOKRATİK’ kural ve ölçütlerde bir devletin, temel insan hakları prensipleri kapsamında eşit ve özgür vatandaşlık kavramına dayalı olarak işletilmesi sayesinde olmalıdır…