Özellikle son birkaç yıldır epeyce ‘MONOTON’ yani ‘tekdüze’ hale gelmiş yaşamında bazen karşılaştığım insanlarla ‘hasbelkader’ çoğu kez ayaküstü sohbet ederken, günlük köşe yazılarımı hazırlamak amacıyla bilgisayar başına otururken, bazen de birilerinin yazdıklarını okurken son zamanlarda bana hep aynı şey olmaya başladı. Şöyle ki; bir andan, bir noktadan sonra adeta tarafımı ‘eksilmiş, sığlaşmış, aptallaşmış’ biçimde aldatılıyormuş gibi bir duygu sarmaya başlıyor. Üstelik bundan böyle yaşamıma sanki hep böyle devam edeceğim, korkusu içine aniden giriveriyorum. Elbette tüm bu duygularımın farkına varınca da böylesi durumlara mantıklı ve hatta tutarlı bir açıklama bulmak da mümkün değilmiş gibi bazen görünebiliyor. Ancak günlük gazeteleri okudukça, televizyonları izledikçe, insanlarla görüştükçe, konuştukça artarak çoğalan bir duygu haline geliyor bu bahsettiğim ruh hali...

Üstelik ne hazindir ve vahimdir ki ben bu duygunun önüne bir türlü geçemiyordum. Yükseklik korkusu gibi benzeri bir sığlık korkusu muydu bu, doğrusu hiç kestiremiyordum…

Belki de ‘akıl ve zekadan yoksun gayet sığ bir durumda iken yazdığım yazıyı da hatta beni de, yaşadığım hayatı da bir anda parçalayıp yutuverecekmiş gibi son derece iç karartıcı endişeli bir ruh halinin içine girmiş gibi olabiliyorum!'

Dahası da var, o da şudur; ‘hep böyle mi olacağız, hepimiz böyle mi olacağız?’ diye bazen çok endişeleniyorum açıkçası...

Şu endişeli soru da hiç aklımdan çıkmıyor değil; ‘zihinlerimizi böyle düşünerek iyice köreltip, benliğimizi yitirme noktasına getirip adeta ölmekten beter hale mi geleceğiz? Şeklindeki kaygılarımı bir türlü beynimden atamıyorum.

Daha geçenlerde bir başka yazımda belirttiğim gibi aslında ‘akıl tutulmasının aymazlık hali’ şeklinde bana özgür bir tanımlamayla tarif ettiğim böyle bir duruma düşmekten belki de kendim çok korkuyorum.

O yüzden de ister istemez şöyle düşünmek zorunda kalıyordum; “Yazmak suç, konuşmak suç, sevmek, sevilmek suç, en azında kabahat, mutlu olmak, mutluluk içinde dilediğin gibi bir yaşam sürmek de mi suç mu?” diye kendime sorup duruyorum…

Son zamanlarda ise belki de kaçınılmaz biçimde ‘Kötülükleri ve tüm zeka eksiklikleri ile birileri bizi boğazlayacak mı acaba?’ diye de gayet endişeli bir soru kaplayıveriyor içimi, ister istemez…

İşte o zaman çoğu kez ‘belki aynı duygular sizlerde de mevcut olabilir’ diye düşünmekten kendimi bir türlü alamıyorum…

Ancak bazı anlarda da tüm bunların tam tersi duygular içine giriyor, hissetmiyor da değilim hani...

Çoğu zaman insanlarla konuşurken, bir kitapta veya gazetede bir şeyleri okurken veya bir filmi izlerken televizyonda radyoda bir söyleşiyi izlerken dinlerken ya da bir sohbet, muhabbet esnasında işte o sizlere bahsettiğim o endişeli duyguların tam tersinin gerçekleşebileceğine dair pozitif bir hissiyata kapılıyorum bazen de…

O zaman da açıkçası kendimi adeta ‘çölde bir vahaya kavuşmuş gibi’ hissetmek istiyorum. Her yanımı iyimserlik duygularıyla, ferahlama, gülümseme, huzur, mutluluk, umut, kaplayıversin, istiyorum…

İşte öylesi anlarda gerçekten, kalben inançlı biri olarak insanların yaratıldıkları günden beri, yaşamın bir yıldırım gibi çarparak ruhlarını parçaladığını, ağır darbeleri karşısında acze düştüklerini, bu acıları ‘tevekkül ve tahammül’ ile karşılayabilmek amacıyla sığınabilecekleri bir sığınak aradıklarını, sonunda da dine ve dolayısıyla tanrıya ulaşabileceklerini düşündüklerine inanıyorum.

Ancak böyle zamanlarda kimilerinin dinde, ruhunun acılarına bir çare olarak değil de ‘ŞEKİLCİ’ denilebilecek biçimde kendilerini ‘GÖSTERİŞÇİ’ denilebilecek pozisyonda bulanların aslında yani gerçek anlamıyla dinsel yolda bir başka deyişle maneviyattan sapmış olabileceğini de düşünüyor aslına bakarsanız! Çünkü son zamanlarda etrafımıza dönüp bir baktığımızda her yanımızın adeta ‘dini adeta bir silahmış gibi’ kullanan insanlarla dolup taştığını ben şahsen görebiliyorum.

Bu durum Hıristiyan’ından, Musevi’sine, Müslüman geçinenine kadar, onların aslında 'din aracığıyla Tanrı’yı değil de dini kullanarak iktidarı arayan insanlar olduğu gerçeği değil midir?' sorarım sizlere…

İşte benim çoğu kez yazılarımda 'ONLAR' dediğim aslında ‘BUNLAR’ denilmesi gerekenlerin 'dini ve de yaşadığımız hayatı da gayet sığ ve bayağı hale getirdikleri' kanaatine kapılıyorum.

Kendi adıma konuşmak gerekirse ben ‘gerçekten dindar olanlardan asla korkmam, çekinmem!’ Ama dini bir ‘AMAÇ’ değil de ‘ARAÇ’ olarak kullananlardan daima korkmak gerektiğini düşünürüm.

15 Temmuz 2016’da yaşadığımız o hain kalkışma öncesine kadar bu durum bana, ‘gelebilecek kötülüklerin en büyüğüymüş gibi’ geliyordu. Dolayısıyla ‘buna cüret eden, bunu yapan, her şeyi de yapar’ diye düşünüyordum.

15 Temmuz gecesi ise o hain kalkışmanın başlanmasıyla tüm bu korktuklarım 'gerçeğe dönüşmeye başladı' düşüncesinin de ‘SAHİDEN GERÇEK OLMASI’ beni daha da korkuttu. İnanın 15 Temmuz gecesi yaşanan o hain kalkışmanın başladığı anlarda ‘Tanrı’yı arkasına saklanacağı bir perde gibi kullanmaya kalkışanlar, o perdenin ardında en büyük suçları işlemekten da korkmazlar!’ diye endişeli biçimde düşünüyordum ki o hain kalkışma sabah karşı bastırıldı, 'Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti' temelindeki 'Türkiye Cumhuriyeti' o gece sabah karşı kurtarıldı…

O gecenin sabahından sonra artık şöyle düşünmeye başladım; 'Aslına bakarsanız, Türkiye’de din, daha fazla konuşulmalı, en iyi biçimde öğretilmeli ve anlatılmalı ve bence daha fazla da tartışılmalıdır' diye öteden beri hep düşüne geldiğimden asıl ve öncelikli olarak yapılması gerekenin 'İslam’ın derinliğine inilerek, İslam’da dinin ve dindarlığın ne olduğu, aslında ne olmadığı çok doğru biçimde anlatılarak Müslümanlık, gerçek ve bilinçli Müslümanlar tarafından kapsamlı biçimde tarif edilmelidir' şeklindeki inancım daha kökleşmiş oldu. Çünkü doğru olan ve asıl yapılması gereken gerçekten budur!..