Gerçekten de gazetecilik, 'gerçekten gazeteci olan için' çok zor zanaattır!..
Neden mi, hemen açıklayayım. Aradan 35-36 yıla yakın bir süre geçmesine karşın gayet iyi
anımsıyorum. 1980’li yılların ortasıydı, galiba 1985 veya 1986 yılıydı. O zaman ki kamuoyunun iyi
tanıdığı ‘sol görüşlü’ olarak bilinen bir gazeteci ve yazar, kendisiyle gerçekleştirilen söyleşilerin
birinde, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinin kutuplaşmış ve keskin çizgilerle cepheleşmiş, kaos dolu
siyasal ortamında ‘gerçekten gazetecilik’ yapmanın çok zor bir zanaat olduğunu anlatıyordu. İtiraf
eder gibi, belki de günah çıkarırcasına şöyle bir cümle kurmuştu; “Bizimkiler( sol kesimi kast ediyor) o
zamanlar tarafsız gazetecilik, herkesin okuyacağı gazete istemiyorlardı, açıkçası. Onların istediği
davalarına sorgusuz sualsiz hizmet eden, karşı tarafı açıkça hedef alan bir mücadele bülteniydi,
aslında. Aşırı biçimde kutuplaşarak siyasal cephelere bölünmüş toplumlarda böylesi durumlar
maalesef kaçınılmazdır!.”
Geçenlerde ise muhafazakar kesime yakınlığıyla tanınan ve kendisi de öyle bilinen bir gazeteci-yazarın
İnternet sitelerinin birinde yayımlanan makalesinde şu ifadeleri gözüme çarptı; “Bizim
muhafazakarlar artık gerçek manasıyla bizlerden gazetecilik yapmamızı, gerçekten herkesin
okuyacağı bir gazete çıkartmamızı istemiyorlar. Onların istediği tam olarak gayet yanlı yani taraflı
davaya adanmış bir mücadele bültenidir.” O muhafazakar gazeteci-yazar bu duruma gerekçe olarak
da şunu ifade ediyordu; “Aşırı kutuplaşmış toplumlarda hakikaten gazetecilik yapmak çok zor bir
zanaattır, vesselam! Çünkü kutuplaşmış toplumlarda, kutuplardan her biri sadece bir diğerini
zayıflatacak gerçeklerle ve 'kuşkularla ilgilidir. Bizim tarafın canını sıkma eğilimi taşıyan gerçekler
ya da kuşkular asla bilinmemeli ve yaygınlaşmamalıdır. Kol kırılsa bile yen içinde kalmalıdır. Eğer
gazeteciler kendilerini bu toplumsal ruh halinin yarattığı akıntıya bırakırlar, akıntıya karşı koyma
cesaretini gösteremezler ise o zaman yaptıkları iş gazetecilik değil, resmen militanlık, ürettikleri şey
ise gazete değil gerçekten mücadele bülteni olacaktır!.”
Yine gayet net anımsıyorum, 2011 yılının Ocak ayında, kısa adı İCFJ olan ABD merkezli uluslararası
gazetecilik kuruluşu, İstanbul'da ‘Gazetecilikte Zorluklar ve Fırsatlar’ başlıklı üç günlük bir atölye
çalışması düzenlemişti. Bu atölye çalışmasına o zaman ben de davetliydim ama maalesef gidemedim
ve o toplantıya katılamadım. Aradan yaklaşık iki ay geçti, o çalışmanın metinleri, bir dosya halinde
postayla bana gönderildi. Geçenlerde kişisel arşivimde başka bir şeyler ararken İCFJ’ in o dosyası
gözüme çarptı. O dosyadaki metinlerin ilki ‘Gazetecilikte Etik Neden Önemlidir’ başlığını taşıyordu ve
ilk cümlesi şöyleydi: “Okurları ve izleyicileri, bir öyküyü veya haberi, ya da makaleyi tek taraflı
anlattığımıza ya da yanlış anlattığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren hiçbir şey yoktur!.”
Böyle durumlarda okurların gazetecilere mutlaka tepki gösterdiği ve hesap sorduğu da anımsatılıyor,
gazetecilerin bu türden tepkilere karşı karşıya kalmamaları için uymaları gereken etik ilkeler ve
kurallar sıralanıyordu. Titiz bir atölye çalışmasıyla hazırlanan o metinleri okudukça çoğu Amerikalı ve
Avrupalı olan gazetecilerin, açıkçası, kendi kamuoylarının her durumda ‘iyi gazetecilik’ istediğine ve
bunu yapmayan gazetecilerin cezalandırdığına ilişkin varsayımlarını anlamasına anladım ama bir
yandan da, tüm bunları hayli naif bulduğumu, yani olayları ya da her türden gelişmeleri, fazlasıyla
olumluluk ve olgunlukla karşıladıklarını düşünmekten kendimi alamadım..
Çünkü kamuoyunun ‘iyi gazetecilik’ istediğine dair bir varsayımı sorgulamak, aynı kamuoyunun iyi ve
kalitesi yüksek bir yaşam sürmeyi arzuladığı varsayımını sorgulamak gibi bir şeydi Amerikalı
gazetecilerin gözünde, diye düşündüm. Bu durumda onlar açısından ‘akıl dışı’ ya da en azından
olağan dışı görünüyordu, herhalde! Öte yandan ise onları, ‘naif’ de yani sade, deneyimsiz, saf ve
masum buluyordum, çünkü varsayımlarını genelleştirirken, bizimki türünden aşırı kutuplaşmış
toplumları göz ardı ettiklerinin asla farkında değillerdi. ‘Türkiye’de eğer gerçekten gazetecilik etiğini
tartışacaksak, işin bu yanını da tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Gazetecilik etiğinin evrensel
algılanışından ziyade Türkiye’deki algılanışından ve özel durumunu irdelemek gerekiyor. Çünkü
Türkiye’de kamuoyu, ne yazık ki gazetecileri gazetecilik etiğine bağlı kalmada cesaretlendirecek bir
rol oynamıyor. Okurları ve izleyicileri, bir öyküyü, haberi veya makaleyi tek taraflı kaleme alarak
anlattığınıza ya da yanlış anlaşıldığına inanmalarından daha fazla öfkelendiren başka hiçbir şey
yoktur. Bu, elbette çok doğru bir saptamadır ama eksiktir. Şöyle ki; Bazı durumlarda okurlar gerçeği
değil kafasında kurguladığı gerçeği duymak ister. Neredeyse savaş koşullarındaymış gibi
cepheleşmiş, aşırı ölçüde kutuplaşmış ülkelerdeki kamuoyları, kendini hangi kutba yakın
hissediyorsa, gerçeği değil yüreğini soğutan haberleri görmek istiyor, 'karşı tarafın işine gelen'
haberleri görmek istemiyor!.’
Meselenin özü budur, bilmem anlatabildim mi?
Yorum yapın