Dün bu sütunlarda yayımlanan yazımda yarın kutlayacağımız ‘10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ vesilesi ile eğer baştan sona dikkatlice okudu iseniz; bilmem gerçekten farkında mısınız ama siz saygıdeğer okurlarıma ‘bir şeyler değil çok şeyler’ anlatmaya çalıştım. Hayatta yaşadığımız günler ve zamanlarda, bunların yanında içinde bulunduğumuz toplumsal manzara/genel görünüm; bana çoğu zaman Atilla İlhan’ın ‘Kurtlar Sofrasını’ adını taşıyan unutulmaz eserini anımsatıyor. Memleketimizde yaşadığımız toplumunun içinde gözlemliyor, görüyor ve de yaşıyoruz; gayet derin anlamda yozlaşma, ekonomik krizler, sosyal ve ekonomik kayıplar ve kitlesel biçimdeki psikolojik çöküşlerle çevrili etrafımızda, bence ‘GAZETECİLİK’ mesleğini bireysel değil toplum olmanın, toplum olarak kalmanın mutlak olan bir iradesi ve vazgeçilmez hazzının arkasına sığınarak kaçınılmaz anlamda yeniden düşünmek zorundayız. Doğru ile gerçeğin, gerçek ile yalanın, doğru ile yanlışın, kamu vicdanı ile bireysel çıkarların ve toplumsal menfaatlerin çarpışmasında ‘vicdan muhasebesi’ yaparken ‘GAZETECİLİK’ mesleğinin bence son derece yaşamsal önemde olduğuna inanıyorum. Attila İlhan’ın gazeteciliği merkeze koyduğu ve bunu toplumsal yaşamın rutin/olağan bir parçası olarak kurguladığı romanı Kurtlar Sofrası’ adını taşıyan yapıtında bir karakter şöyle sesleniyor okurlara: “Gazeteciyim ben, duyduğumu, gördüğümü yazarım. Yediğim ekmeği, aldığım parayı çalmamış olmam için, doğruyu duymak, gerçeği görmek zorundayım. Ben sustum mu korkuyorum demektir. Çirkin olan budur.”
Çirkinliğin neredeyse güzel olanın yerini aldığı ‘Kurtlar Sofrası’ romanında doğruyu duymak ve gerçeği aramak, bir anlamıyla toplumu düşünmek ve toplum üzerine düşünmek, demektir, diye düşünüyorum.
Otuz yedi yıllık gazetecilik meslek deneyimim ve birikiminin bana göstermektedir ki; ‘gazetecilikte üretilen bilgi, haber, yorum, var olanın bilgisinden ve var olan üzerine üretilen bilgiden kesinlikle ayrılamaz!’
Bu noktada şu hususu da özellikle ve önemle belirtmek isterim ki; Türkiye’de gazetecilik yapanların bu mesleği çeşitli biçimlerde ve türlü koşullarda sürdürenlerin, kamusal düşünceye dayanan “ortak iyi niyet” çerçevesinin geliştirilmesi için üstat Atilla İlhan’ın o ölümsüz yapıtı ‘Kurtlar Sofrasında’ ifade ettiği gibi mücadele ediyor olması mutlaka gerekmektedir. O yüzden bana göre;
‘GAZETECİLİK’ bir bakıma toplumun kendi üzerine düşünmesi, toplumsal ve kamusal yararı olanı önceliğine alması ve birincil olarak böyle gerekmektedir. İnsanlar kendilerinin dolaylı olmayan ‘direkt’ anlamdaki deneyimleri ve tesadüfi edindikleri pratikleri dışında kalan bir çerçeveyle yürütülen gazetecilik faaliyetleri aracılığıyla etkin oldukları kapsamda çevreyle ilişki kurarlar. Burada kendine gösterileni, anlatılanı, toplumsal anlamda hem öznel hem de nesnel olarak kendisi üzerinden olduğu için dolayısıyla kendisine resmetmek yani göstermek, bir şekilde anlatmak zorundadır, diye düşünüyorum.
Alman felsefe düşünürü Georg Friedrich Hegel; “Ben kesin olana ancak bir başkası aracılığıyla sahip olurum, yani sahip olduğum eşyaya ve bu aynı zamanda bir başkası aracılığıyla sahip olacak kesinliktedir. Bu da ancak benim aracılığımla gerçekleşir” demektedir.
Hegel’in bence bu son derece anlamlı felsefe ilkesinden hareketle konuya şöyle bir yorum getirebiliriz; “Nasıl ki toplumun kendisi, bilgiye gazetecilik faaliyeti aracılığıyla sahip oluyorsa, gazetecilik faaliyetini sürdürenler de toplumun bilgisine toplum aracılığıyla sahip olur. Atilla İlhan’ın o ölümsüz romanı kurtlar sofrasında bahsettiği gibi ‘kurtlar sofrasında’ kaybolmamak için kendimiz üzerine düşünmek, bu nedenle gerçeği aramanın saygınlığını yeniden sağlamak ve bunu deneyenlere destek olmak zorundayız. Aslına bakarsanız, hiçte kolay olmayacaktır kurtlar sofrasında gerçeğin sürmek!..
Yorum yapın