Kutsal kabul edilen duygular ve kimlikler, yani dinler, mezhepler, kısacası İnançlar, tarikatlar, cemaatler yoluyla toplumsal baskı ve bölücülük için siyasette kullanıldığında, herkes ama en çok da bunu yapanlar zarar görür. Bu tespiti yaptıktan sonra söylenecek tek doğru söz; Günümüz Türkiye siyaset manzarasına baktığınızda gidişatın hiçte iyi olmadığı ve de inançların siyasette kullanılmasının kimseye hayır getirmediği gerçeğidir! Bugüne değin bu bariz gerçeğin aksine tutum içinde olanları kast ederek söylüyorum; hiç kuşkunuz olmasın ki, en büyük zararı da tarikatları ve inançları, baskı yapmak ve zorla oy alabilmek için siyaset sahnesine sürenler ve toplumu din üzerinden ayrıştıranlar uğrayacaktır…

Bugün ve daha önceki yazılarımda bu uyarılarımın temelinde yatan tarihsel ve toplum bilimsel bazı gerçeklere değinmek gerekirse ki gerekiyor; Önce İlber Ortaylı’nın Hürriyet gazetesinde geçen yıl Ağustos ayında, “Tarikatlar Siyasete Karıştığında…” başlığıyla yazdığı yazıdaki “Kadızadelerin Akıbeti” ara başlığıyla vurguladığı bölüme bence dikkatlice bakmak gerekiyor. Üstat Ortaylı, söz konusu yazısının girişinde, İslam tarihinde tarikatların önemini ve yerini kapsamlı biçimde anlatıyor. Ortaylı daha sonra da toplum bilimsel olarak aralarında bir fark olmamakla birlikte, tarikatlar ile cemaatleri birbirinden ayırıyor. En sonunda da cemaatlerin aslında tarikatların hem siyasal iktidara rakip olduklarını hem de emperyalizmle işbirliği yaptıklarını, örneklerle ifade ediyor.

İlber Ortaylı’nın o yazısında konuya ilişkin değerlendirmelerinden yola çıkarak devam edecek olursak;Cemaatler İslam dünyasında temelde son asırlarda ortaya çıkmıştır. Cemaat, İslam toplumunda hele Türk toplumunda kabul görecek bir kurum asla değildir. Örneğin; 19-20’nci yüzyıl dönemecinde bu perspektif ile bakıldığında ortaya çıkanların durum göz önünde bulundurulur ise; İslam dünyasının bugünkü başlıca sorunlarından birinin cemaat ve tarikatlar olduğunu söylemek pekte haksız bir düşünce sayılamaz. Söz gelimi; 1890’larda ortaya çıkan Mirza Gulâm Ahmed Kadiyânî adında bir sözüm ona şeyh, bugün dahi 4-5 milyon taraftarı olan, Britanya’dan Pakistan ve Hindistan’a kadar mensuplarının her yerde yaşadığı büyük bir cemaattir. Bu cemaat ülkeler arasında yapılan ticaretle ayakta durmaktadır. Günümüzde Hindistan’da olan Kadıyan’da doğan ve halen yaşamını orada sürdüren Şeyh Gulâm Ahmed, her defasında cihadın kılıçla değil söz ve ilimle yapılacağını ileri sürmüştür. Bu zamanımızda kimi tarikat ve cemaatlerde de benimsenen bir görüştür. O şeyh İngiltere ile arayı daima hoş tutmak amacındaydı ve mensuplarına kendisinin İslam’ın kıyamete yakın bir zamanda beklediği İsa Peygamber’e en çok benzeyen kişi olarak Mesihliğini telkin etmiştir. Kimse bizim sandığımız gibi asla saf ve aptal değildir. Britanya yönetimiyle iyi geçinen, mensuplarının da yönetimle iyi geçinmesini kolaylaştıran bir dini lider, yani şeyh hatta kurtarıcı birçok insanın işine gelir. O yüzden o kast ettiğim Kadiyânîler, bir ara bağımsız Pakistan yönetiminde bürokrasinin en önemli mevkilerini işgal ediyorlardı. Bugünlerde Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı’nın “inancın sokağa da egemen olmasını istediğini yaklaşık 30 yıl önce ‘apaçık bir mahalle baskısı’ olduğunu söyleyen Prof. Şerif Mardin de çeşitli yazı ve söyleşilerinde Osmanlı’nın son döneminde İttihatçıların bile en çok “Sokağın İslamı” dediği, siyasete sokaktan egemen olmaya çalışan dinci gruplardan çok korktuklarını belirtir. Çünkü sokağa taşmış olan ve iktidar peşinde olan tarikat ve cemaatlerin, siyasal iktidarların en büyük rakibi ve düşmanı olduklarını en iyi onların içinden gelenler bilir. Bu noktada beni asıl hayrete düşüren nokta ise, bırakınız tarihi, bırakınız kendilerinden önceki siyasal iktidarları, bizzat bu iktidar mensuplarının, bizzat besleyip büyüttükleri, özdeşleştikleri ‘Gülen Cemaati’ tarafından 2016’nın 15 Temmuz’unda hain bir darbe girişimi ile karşılaşmış olmalarına rağmen, hala tarikat ve cemaatlerden medet ummalarıdır. Bugünkü yazımı sizlere daha önceki yazılarımda ve de bugün de anlatmaya çalıştığım gibi mevcut 22 yıllık iktidara yönelik tehdit ve tehlikenin ne kadar gerçekçi ve yakın olduğunu vurgulayan ve herkesin yanıtını bildiği bir soru ile bitirmek istiyorum; Bir tarikat müridi olan bir asker, bir polis, bir yargı mensubu, bir bürokrat, bir teknokrat, tarikat şeyhinin emrini mi dinler, yoksa tarikat üyesi olmayan amirinin mi? Sorarım sizlere, hepinize..