Cumhuriyet ve 10 Kasım

Geçenlerde 29 Ekim’de Türkiye Cumhuriyeti’nin 98. kuruluş yıldönümü kutlandı. Önceki
günde 10 Kasım’da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün
83. yılında rahmetle ve minnetle anıldı. Yaşamını bu ülkenin geleceğine adayan, bu uğurda
kendi kişisel yaşamından fedakârlık yapan, halkçı, toplumcu ilkeleri her şeyin üzerinde tutan
Atatürk, bir taraftan onu anlayanlar, bir taraftan da onu anlamayanlar tarafından
anıldı. Cumhuriyet Bayramı öncesinde, esnasında ve sonrasında gerçekleşen kutlamalara,
konuşmalara ve yayınlara bakıldığında da benzer manzaralar yeniden yaşandı. Atatürk’ün
devrimlerine ve cumhuriyet kavramına düşman olan iktidar yanlısı olarak bilinen çevreler ve
onlara yobaz, yalaka destekçilerinden Atatürk’ü anlaması zaten beklenemezdi. Ancak
Atatürk’ün devrimlerini desteklediğini ve cumhuriyetçi olduğunu iddia edenlerin Atatürk’ü
bir türlü hala gerçekten anlamamaları asla kabul edilemez. Atatürk’ü gerçekten anlamak ve
algılamak nedir? diye soracak olursanız; Cumhuriyetin özü anayasada, demokratik, laik,
sosyal hukuk devleti olarak ortaya konmuştur. Ancak demokrasi, seçimden, sandıktan ve
meclisten ibaret bir konu değildir. Demokrasinin, cumhuriyetin, başka bir deyişle halkın
egemenliğine dayalı bir yönetim biçiminin var olabilmesi için, aynı zamanda, yasama,
yürütme, yargı arasında güçler ayrılığının; düşünce, ifade, yayın ve örgütlenme
özgürlüğünün; ekonomik ve sosyal adaletin; gelişmiş bir eğitim seviyesinin ve laikliğin
olması gerekir. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulması, cumhuriyetin
kurulmasına yönelik ilk önemli adımı oluşturmaktadır. Ancak TBMM’nin kurulması
cumhuriyetin kurulması için yeterli bir adım değildir. Bu nedenledir ki Atatürk, TBMM’yi
kurmakla kalmamış, TBMM, 1922’de saltanatı ve padişahlığı kaldırmış; 1924’te halifeliği
kaldırmış ve tüm vatandaşların bilimsel ve laik eğitim sisteminden yararlanmasını sağlayan
Öğretim Birliği Yasası’nı çıkartmıştır. 1926’da kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit haklara
sahip olmasını sağlayan Medeni Yasa’yı onaylamış, 1934 yılında kadının seçme ve seçilme
hakkını sağlamış, laiklik ilkesinin anayasal güvenceye kavuşması amacıyla, 1928 yılında
‘Devletin dini İslamdır’ maddesini anayasadan çıkartmış ve 1937 yılında laiklik ilkesini
anayasa maddesi haline getirmiştir. Dinin, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerini kuşattığı
ve esir aldığı bir ülkede laiklikten söz edilemez. Laikliğin olmadığı bir ülkede de demokrasi
ve cumhuriyet olmaz, teokrasi olur. Teokrasi, dinin ve ruhban sınıfının egemenliğidir,
halkın egemenliği değildir. Laikliğin olmadığı bir ülkede cumhuriyet, İran’da söz konusu
olduğu gibi, kâğıt üzerinde kalır. Laikliğin olduğu bir ülkede vatandaşlar din, mezhep gibi
konularda kendi özgür iradelerine göre seçim yapmak hakkına sahip olurlar. Laikliğin
olduğu bir ülkede din ve mezhep, vatandaşlara zorla ve baskıyla dayatılamaz. Diyanet İşleri
Başkanı’nın devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerine müdahale etmesi; devlette,
Emniyet’te, silahlı kuvvetlerde, yargıda kadrolaşmanın din ölçütü üzerinden yürütülmesi;
siyasetin dini söylemler üzerinden yürütülmesi; laiklik karşıtlarına siyaset kapılarının
açılması, laikliğe aykırıdır. Bu olumsuz gelişmelere etkin biçimde itiraz etmeyenlerin,
cumhuriyet devrimlerine sahip çıkmayanların, cumhuriyete sahip çıktıklarından söz
edilemez.