CUMHURİYET’İN ŞANSI VE ŞANSIZLIĞI
Atatürk’ün çağını aşan düşünceleri ve o düşüncelerle biçimlenmiş ‘Laik, demokratik Cumhuriyet’ bugün hâlâ Türkiye’nin en büyük şansıdır. Atatürk’ü anlayamamış, ‘Laik, demokratik Cumhuriyete’ düşman, sığ, popülist, faydacı, din istismarcısı, gerici ve bölücü siyaset ve siyasetçiler ise Türkiye’nin en büyük şanssızlığıdır. Cumhuriyetimizin 100. yılında, ikinci yüzyılın rotasını belirleyecek kritik seçimler öncesinde cumhurbaşkanı adaylarının, parti liderlerinin ve parti temsilcilerinin söylemlerini hepiniz gibi bendeniz de dinliyor, izliyorum. Kimi siyasilerin tarihsel ve sosyolojik gelişime ters, çağı yakalamaktan uzak, hatta dini istismar eden, gerici ve bölücü açıklamaları karşısında şaşırmasak da derin üzüntü ve kızgınlık duyuyorum. Aslında Cumhuriyetimizin 100. yılında düne ve bugüne tarihsel perspektiften bakınca Türkiye’nin şansı ve şanssızlığı çok net biçimde görülebilmektedir. Bugün ‘Türkiye’nin umudu’ diye pazarlanan kimi siyasetçilerin, bırakın 21. yüzyılı, 19. yüzyıl için bile geri kalmış söylemlerle ve vaatlerle seçmenin karşısına çıktıklarını görülmektedir. Bugün, gelecek değil geçmiş, akıl değil nakil, bilim değil hurafe, ulus değil ümmet, özgürlük değil esaret, yurttaşlık değil kulluk, birlik değil bölünme, aydınlık değil karanlık vadeden kimi siyasetçilere sahip olmak bana göre Türkiye’nin şanssızlığıdır..
Peki, tüm bunları görüp, bakıp da umutsuz mu olacağız. Asla olmayacağız.!. Çünkü Türkiye bu şanssızlığını yenecek şansa da sahiptir, diye düşünüyorum. O şans Atatürk’ün vatan kurtaran, devlet kuran ölümsüz fikirleri ve düşünceleridir. O şans, emperyalizme karşı kazanılan bağımsızlık savaşının birleştirici ve bütünleştirici ruhudur, aynı zamanda. O şans, toplumu bir arada tutan ulus bilincidir ve o şans, 200 yıllık aydınlanma, tam 100 yıllık ’Cumhuriyet’ birikimidir. Bugün Türk Bağımsızlık ve Kurtuluş Savaşı’nın öneminden habersiz, tam bağımsızlığı umursamayan, emperyalizmin dümen suyuna girmiş faydacı ve satılık, satılmış popülist siyasetçiler aslında Türkiye’nin şanssızlığıdır. Emperyalizme karşı kazanılan Türk Bağımsızlık Savaşı dünyanın en haklı, en meşru savaşıdır. Bu savaş, Atatürk’ün ifadesiyle “Öldüreceğiz, diyenlere karşı ölmeyeceğiz!” diyen bir ulusun “hak” ve “hukuk” savaşıdır, aynı zamanda. Bu nedenledir ki, ulusal direnişin amacı “Müdafaa-i Hukuk”, ulusal direnişin niteliği “Kuvayı Milliye” diye adlandırılmıştır. Türk Bağımsızlık Savaşı sadece Türkiye’nin değil, emperyalizm ve kapitalizm tarafından ezilen, sömürülen tüm “mazlum ulusların” şansıdır; çünkü bu savaş dünyada “bağımsızlık için savaşan ulusların çağını” açmıştır. Atatürk, tüm mazlum uluslara emperyalizmi yenebileceklerini, bağımsız olup kendi ayakları üzerinde durabileceklerini göstermiştir. Atatürk, 27 Mart 1933’te şöyle demişti: “Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün mazlum şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir.” Cumhuriyeti kuranların davası ‘TAM BAĞIMSIZLIK’ ilke ve hedefiydi. Atatürk, tam bağımsızlığı “siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik” olarak tanımlamıştı. 17 Mart 1938’de basın kuruluşlarına gönderdiği bir açıklamada “Süngülerle, silahlarla ve kanla kazandığımız askeri zaferden sonra kültür, bilim, fen ve ekonomi alanlarında da zaferler kazanmaya devam edeceğiz” demiştir. Tam bağımsızlığın önemini kavramış, askeri zaferle yetinmeyip “kültür, bilim, fen ve ekonomi alanlarında da zaferler kazanmaktan” söz eden bu uzak görüşlülük Türkiye’nin en büyük şansıydı. Bugün Türkiye’nin üniter yapısından rahatsız olan, ulus bilincine karşı ümmetçiliği savunan, “Türk Milleti” demekten çekinen, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini “demokrasi” diye pazarlayan siyasetçiler aslına bakarsanız Türkiye’nin şanssızlığıdır. Uluslaşamayan toplumların uygarlaşması ve demokratikleşmesi olanaksızdır. Türkiye’de uluslaşma; monarşiden cumhuriyete, kuldan yurttaşa, ümmetten ulusa geçişle başlayan bir süreçtir. Uluslaşma, yurttaşların tüm farklılıklarıyla ortak paydalarda buluşmasını, ortak amaçlar uğruna mücadele etmesini gerektirir. ‘TÜRK HALKI’ etnik köken, din ve mezhep farklarına rağmen belli ortak paydalarda buluşmuş, büyük bir “vatanın kurtuluş savaşını” vermiş ve bu savaşın sonunda bağımsız biçimde uluslaşarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Cumhuriyeti kuranlar Türk milletini tanımlarken etnik köken, din ve mezhep temelli, ırkçı, dinci, bölücü, dışlayıcı bir tanım yapmamış, tam tersine “yurttaşlık bilinci ve bağını” esas alan son derece kapsayıcı, birleştirici bir tanım yapmışlardır. 1924 Anayasası’nın 88. maddesine göre “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle” bağlı olanlar “Türk” olarak tanımlanmıştır. Atatürk de (üstelik dünyada faşizm çağı başlarken) 1930’da Türk milletini şöyle tanımlamıştır: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” Cumhuriyeti kuranlar, “Türk milleti” derken bir etnisiteye, yani etnik kökene, bir ırka, bir dine, bir mezhebe bağlı olan insanları değil, “din ve ırk farkı olmaksızın” Türkiye Cumhuriyeti’ne “yurttaşlık bağıyla bağlı olan” insanları kastetmiştir. O nedenle Cumhuriyeti kuranların bu birleştirici ulus tanımı bugün de Türkiye’nin şansıdır..
Yarın bu konuya kaldığım yerden devam edeceğim. BU sütunlarda tekrar buluşmak üzere..
Yorum yapın