Bugün 15 Kasım Çarşamba. Geçen Cuma yani 10 Kasım günü, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümüydü. Yüce Atatürk, Cumhuriyeti kurduktan sadece 15 yıl sonra Dünya Tarihi’ni değiştiren bu emsalsiz eseri ‘Cumhuriyeti’ yalnız bırakarak sonsuzluğa göç etti. Bizler bugün ise, Türkiye Cumhuriyeti’ni “Demokratik Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” olarak tanımlayan Anayasa’yı, adalet mekanizmasının en üst organı olan Yargıtay’ın bir dairesi ile yaşanan ‘kısır döngü içindeki garabet’ tartışmalar içinde geçiriyoruz.  

Oysa Atatürk, Batı’da 3-4 yüzyıl süren bir ‘Endüstri Devrimi’ sürecinin temellerini, ‘Din-Tarım Devrimi’ döneminde patinaj yapan Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş yorgunu olan tebaasından, tarikatlarından ve toprak ağalarından oluşan bir toplumda, 15 yıl gibi mucize sayılabilecek bir sürede attı. Atatürk, bir ‘Din-Tarım’ toplumunda ‘Endüstri Devrimi’nin ürünü olan Cumhuriyeti kurdu ve temellerini attı ama, onu tam anlamıyla yerleştiremeden aramızdan ayrıldı. Yine de Türkiye Cumhuriyeti’ni, o denli akla, mantığa, bilime, insan onuruna, insanlığın evrimine uygun temellerle kurmuştu ki bu ‘Cumhuriyet’ O’nu yıkmak isteyen emperyalistlere, ‘laik ve demokratik’ demokrasi düşmanlarına ve 21 AK Parti iktidarına rağmen hala yıkılamadı. Bu iktidar, zaten pek de demokratik olmayan 1982 Anayasası’nı daha da baskıcı hale dönüştürerek ve yargıyı da siyasetin emrine alarak rejimi o denli yıprattı ki sonunda Yargıtay’ın 3. Ceza Dairesi, Anayasa’nın emredici hükmüne rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay hakkındaki ‘hak ihlali’ kararını tanımadı. Tanımamakla kalmadı bu kararın altında imzası olan Anayasa Mahkemesi Yargıçları hakkında suç duyurusunda bulundu. Yargıtay ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni de eleştirerek alınan kararın derhal uygulanmasını yani Can Atalay’ın milletvekilliğinin hemen düşürülmesini istedi. Anayasa’nın emredici hükmüne aykırı olan bu karar, İbrahim Kaboğlu gibi tanınmış hukuk profesörleri, Türkiye Barolar Birliği ve çeşitli barolar, çeşitli hukuk ve siyaset yorumcuları ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel gibi politikacılar tarafından ‘Darbe Girişimi, Devlet Krizi, Anayasa Darbesi, Hukuk Darbesi, Rejim Darbesi, Cumhuriyet Darbesi’ gibi çeşitli isimlerle nitelendirildi.

Ben de bugünkü yazımı bu konuya ayırdım ve öncelikle şu soruyu sormak isterim; “YARGITAY ANAYASA’YI İHLAL EDERSE NE OLUR?”

Bu soruyu biraz daha açarak tekrar sorayım; “Yargıtay’ın 3. dairesi, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu hak ihlali kararına uymayarak, Anayasa’yı açıkça ihlal ederse ne olur? Örneğin; Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga suçu oluşur mu?

Ben bu soruların yanıtını bilmiyor, bilemiyorum. Ama (ironi biçiminde ifade diyorum; sakın yanlış anlaşılmasın lütfen!) ülkeyi böyle garip soruların sorulduğu, yanıtlarının bulunamadığı böylesine çelişkili bir duruma getirenleri alkışlarla kutluyorum(!)’

Bundan sonrasında yaşanan gelişmeleri, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tavrını ve buna ilişkin sözlerini, buna karşın partisinden kimi isimlerin Yargıtay kararını eleştiren açıklamalarını ve çok daha fazlasını yaşadık, yaşıyoruz, izliyor, gözlüyoruz. Özetle şunu söyleyerek, belirterek yazımı sonlandırmak belki de en doğrusu olacaktır; ‘Tek Adam’ rejimine dönüşen bu düzende dönüp şöyle bir baktığımızda ekonominin ve dolayısıyla maliyenin iflas noktasına geldiği açıkça görülmektedir. Buna ek olarak, Anayasa ve yargı konusunda da ülkenin iflasa sürüklenmiş olduğu gerçeği de ortaya çıkmıştır. NOKTA…