Bugünlerde ulusça çok yoğun ve büyük sorunlarla sıkıntılarla karşı karşıya olduğumuz söyleyebiliriz ama yine de Türkiye’nin nereye doğru gitmekte olduğunu ya da daha doğru bir ifadeyle nereye sürüklenmekte olduğunu oturup soğukkanlılıkla değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Çünkü gün, ülkemizde siyasi tansiyonu artıran ve toplumu tehlikeli bir şekilde bölen konuları bir yana bırakıp asıl meseleye tüm boyutlarıyla ve gerçekçi bir şekilde eğilme günüdür. O nedenle siyasi görüşleri ne olursa olsun, çağdaş dünyada demokratik yollardan seçilip işbaşına gelenlerin sorumluluk ve yükümlülükleri bellidir. Onların yani seçilip de gelmiş bizi yönetenlerin yerine getirmesi gereken temel görevleri toplumlarını çağdaş değerler etrafında bütünleştirmek, sosyal gruplar arasındaki kutuplaşma ve ayrışmaları gidermek ve bireylerin doğuştan gelen temel haklarını koruyarak halkın refah ve mutluluk düzeyini artırmaktır. Batılı ülkeler yani günümüzün çelişmiş ve çağdaş devletleri bu temel gerçeği geçmişte yıllar içinde çok acı yollardan geçerek türlü bedeller ödeyerek öğrendiler. Hiçbir gelişmiş çağdaş ülke, kendisini ulaştığı ileri düzeyi otomatik olarak kendiliğinden bulmadı. Her şeyin sadece bizim başımıza geldiğine inanırız ama gerçekte öyle değildir. ‘AKILSIZLIK’ dışında hiçbir ana unsur bizim de aynı yollardan geçmemizi zorunlu kılan veya kılacak olan hiçbir unsur yoktur, kanısındayım.

Atatürk’ün “Yurtta barış, cihanda barış” özdeyişi ne hazindir ve de ne yazıktır ki, yakın geçmişte ve hatta günümüzde bazıları için ‘içi boş bir slogan’ hatta ‘korkaklık göstergesi’ gibi gelmekte, öyle gösterilmektedir. Dahası, o hain FETÖ’cü çete tarafından, 15 Temmuz darbe girişiminde Atatürk’ün bu veciz sözündeki ‘Yurtta Sulh’ ifadesini hiç utanmadan ve sıkılmadan sözde konseylerinin ismi yapma cüretini bile göstermişlerdi.  Aslında bu sözün söylenmesine neden olan arka planı aklımızdan hiç çıkarmamız gerekiyor. Şöyle ki; Cumhuriyetimiz hiçte kolay koşullarda kurulmadı. Cumhuriyetimizi kuranların öncelikle hedefledikleri ise dünya ile barışık olan çağdaş bir toplum olmamızdı. ‘Çağdaşlık’ denenmiş ve kanıtlanmış evrensel değerlerin yaşadığımız çağda vardığı en ileri noktayı yani seviyeyi temsil eder. Günümüzde bu durum bir kişi veya grubun tahakkümüne karşı kendisini koruma yeteneğine sahip olan ‘laik ve çoğulcu demokrasi’ anlamına gelmektedir. Bu tür demokrasilerin gelişmişlik düzeyini saptayan en temel gösterge ise seçilenlerin kendilerini seçmeyenlerin haklarına gösterdikleri saygıyla ölçülür. Türkiye ne etnik ne dinsel, ne de benimsenen yaşam tarzları açısından bakıldığında homojen ve tekdüze görünen bir ülkedir. Ülkemizde toplumu bölüp ayrıştıracak potansiyel faktörler her an üzerine basılıp patlamaya hazır mayınlar gibi etrafa saçılmış bulunuyor. Bu da yetmiyormuş gibi maalesef dünyanın en lanetli coğrafyasının ortasında yaşıyoruz. Bu coğrafyanın, çağdaş gelişmişlik düzeyine erişme potansiyeli en yüksek olan ülkelerin başını çekiyoruz. Ancak bu potansiyeli gerçekleştirmek için yapılması gereken daha çok şey vardır. Başımızın belası etnik ve dinsel terör odaklarının yıllardır bize yaşattığı acı olaylar, yukarıda ifade ettiğim bu potansiyeli kaybettiğimiz zaman başımıza nelerin gelebileceğini gösteren çok ciddi uyarılardır. Türkiye’nin bu tehlikeli durumdan dünya ile kavga ederek ve hiçbir değeri olmayan yalnızlığa sürüklenerek kurtulamayacağını görmek için çok şey bilen dış politika uzmanı, ya da siyaset bilimci olmak gerekmiyor. Suriye’de hala süregelen o kirli çatışma ortamı ve o kirli vekalet savaşı maalesef bize de bir şekilde bulaştı ve bulaşmaya da devam ediyor. O ülkede farklı amaçlara dönük biçimde bir bakıma ‘vekaleten’ yürütülen bu kirli savaşın bize daha ne kadar sıçrayabileceğini de çok acı örnekleriyle görüyor ve dolayısıyla yaşıyoruz. Bu noktada anlattıklarım kimilerine ve bazılarına ‘gayet bilindik hatta bayağı yani sıradan şeyler gibi’ gelebilir. Ancak bu kötü gidişattan çıkmamız, kurtulmamız için bilinçli bir şekilde gidilmesi gereken yolla ilgili gerçekleri değiştirmemektedir. Cumhuriyetimizin kurucuları o gün için gayet ileri derecede cesurca devrimci kararlar alıp büyük özveri ve çabalarla, Türkiye’yi, bugün Ortadoğu ülkelerinin kendilerini bir türlü kurtaramadıkları, geri kalmışlık bataklığından çıkartmak için yoğun uğraş verdiler ve bunda bence büyük ölçüde başarı sağladılar. Ülkemizi siyasal, ideolojik ve ileri derece kişisel ihtiraslar uğruna tekrar bu bataklığın ortasına atmaktan daha büyük bir bilinçsizlik örneği herhalde olamaz, diye düşünüyorum. Niyetim bu saatten sonra hiç işe yaramayacağını bile bile malum bir zihniyeti, bir şahsiyeti veya birilerine körü körüne veya duygusal(!) nedenlerle yandaş, yalaka olanları suçlamak hatta yermek kesinlikle değildir. Çünkü bunları söylemenin bu saatten sonra işe yaramayacağını gayet iyi biliyorum. Tüm bunları anlatmaktaki asıl amacım şudur; Atatürk’ün “Yurtta barış, cihanda barış” özdeyişini ülke ve toplum olarak daha da ileri düzeye taşınmasına, temel ve vazgeçilmez bir ‘ilke’ şeklinde benimsenmesine katkı vermek, dolayısıyla vatan ve millet kavramlarının çağdaş düzeye erişmiş bir Cumhuriyet etrafında taçlandırılmasını sağlamaya katkı sağlamaktır. Birileri veya kimileri yine çok şey veya fazla bir şey istediğimi düşünüyor olabilirler ama varsın öyle düşünsün!..