Geçen Salı yani 29 Nisan’da bu sütunlarda yayımlanan bir haftayı aşkın bir süredir sürdüğüm 15 Temmuz konulu yazılarımın bir yenisinde o yazımın sonuna bir not eklemiştim: ‘Bu konuda yarın genel bir değerlendirme yapacak ve 15 TEMMUZ’a ilişkin bir haftadır sürdürdüğüm yazı dizisini sonlandıracağım. ‘Demiştim demesine, yazmıştım yazmasına ama ‘DOBRA DOBRA’ yazılarımdan oluşan yaklaşık 15 senelik arşivimi karıştırdığımda 15 Temmuz sonrasında yazdıklarımın arasında daha çok ilginç ve çarpıcı anekdotlar yer almaktadır. Bu nedenle yazımın başlığında da belirttiğim gibi ‘BU MEVZU BİTMEYECEK ANLAŞILAN!’

 

Şimdi ‘o hain kalkışma, o kalleş ve kanlı darbe girişiminin bir hafta sonrasında’ bu sütunlarda neler yazmış, anlatmışım. Sizlere bugün o yazımı sunacağım:

Fetullahçıların orduda bu denli güçlü olabileceğini kimse aklına getiremezdi. Nitekim siyasi iktidar, MİT, Genelkurmay dahi getirememiş olmalı ki, devlet, bırakın devleti tüm bir sistem gafil avlandı.
Daha birkaç yıl önce bizzat MİT’in başı ardından dönemin İçişleri Bakanı basına yansıyan açıklamalarında, cemaatin ordu içinde kadrolaştığını bildiklerini ancak bunun çok kritik noktada olmadığı iddiası imalı biçimde dile getirmişlerdi. Fetullahçıların başta ordu olmak üzere emniyet ve yargıdan tasfiyeleri konusunda bilhassa Genelkurmay'ın temkinli hareket ettiği, dönemin Genelkurmay Başkanı Özel'in şüpheden yola çıkarak sert biçimde gerçekleşecek bir tasfiyeye hareketine gitmek istemediği söyleniyordu. Bu durum büyük olasılıkla şimdiki Genelkurmay Başkanı Akar için de geçerliydi…

Aslına bakarsanız 15 Temmuz darbe kalkışmasına yol açan girişim bir anda gelmedi. Kanaatim odur ki, 15 Temmuz’un ilk ipuçları 2010’un sonu 2011'’in başı gibi ortaya çıktı. Fetullahçı istihbaratçıların o zaman ‘post-Ergenekon’ adını verdikleri operasyonlar kapsamında, bu yapıyı gören ve tehlikesine işaret eden Hanefi Avcı, Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi isimler ‘Ergenekoncu’ oldukları iddiasıyla tutuklandı. Kasım 2011’de başlayan KCK operasyonlarıyla bu yapının Kürt politikasını şekillendirme hamlesi başladı. Balyoz davası da aynı yıl açıldı. Bu davanın iki yüzü vardı. Bir tarafında seminer notlarının şüpheye yer bırakmayacak şekilde(!) ortaya koyduğu gibi sözde darbeci subaylar, diğer tarafında ise Fetullahçıların türlü sahteciliklerle onların arasına kattıkları ve onlar üzerinden orduda tasfiyeyi hedefledikleri mağdur ve masum subaylar bulunuyordu.
Yukarıda belirttiğim 2010’ların sonlarında başlayan ve 2011’de yoğunlaşarak devam eden süreç aslında çok zor süreçti. Bu zorlu sürecin ilk aşamasından ikincisine 2012 yılında geçildi. 2012’nin 7 Şubat günü Fetullahçı yargı mensupları MİT müsteşarını tutuklamaya, böylelikle Erdoğan'ı ve Kürt politikasını cezalandırmaya kalkıştılar. Ancak ikinci aşamasına geçilmiş o süreçte başta dönemin Başbakanı ve onun iradesindeki iktidar bu aslında başlı başına bir tasfiye ve törpülenme eylemi olan hareketleri pek ciddiye almadılar. Başbakan Erdoğan belki de tüm şüphelerine rağmen saldırının kendisinden çok MİT'i hedeflediğini düşünmeyi tercih etti. Bunun ardından Fetullahçılar saldırılarının dozunu arttırdı ve 17-25 Aralık 2013 ‘e gelindi…

17/25 Aralık da Fetullahçıların adliye, emniyet ve medya unsurları tam seferberlik içinde, biriktirilmiş kimi yolsuzluk dosyaları üzerinden yürüyerek sivil bir darbeye kalkıştılar. Anımsayacaksınız, 25 Aralık 2013 günü İstanbul Emniyeti'nde karşılıklı silahların çekilmesi aşamasına kadar gelindi. Yasadışı dinlemeler ve kayıtlar aylarca medyada ve İnternet ortamlarında yayınlandı, yıpratma ve yıkma hamlesi aylarca sürdü, gitti. Erdoğan ve mevcut iktidar bunu sert aldığı sert önlemlerle, hukuk sınırlarını zorlayan tedbirlerle savuşturduğunu zannederken, Fetullahçı yapılanma kendisine yönelik her hamleyi ülke içinde ve dışında Erdoğan'ın muhalefeti devre dışı bırakmak amacıyla yaptığı düşüncesini yaymaya çalıştı ve önemli ölçüde de başarılı oldu. İşte 2016’ya böyle gelindi.
 O nedenle 15 Temmuz 2016 gecesi açığa çıka tablo; ‘sorunun herkesin sandığın çok daha derin ve tehlikeli olduğunu gösteriyor.’ Geldiğimiz noktada bir AKP’li dostumun dediği gibi; ‘2012'ye kadar gözünü kapayan hükümetten 2012'den sonra cemaatin ne denli tehlikeli olabileceğini görmezden gelen muhalefete, cemaatin kurduğu tuzaklara düşenlerden bu tuzaklar üzerinden başka pislikleri temizlemeye kalkanlara kadar herkesin sorumluluğu vardır..’
Ama şimdi, hep birlikte, iktidarı, muhalefeti, görülemeyenleri görme, görünenleri temizleme, milletimizin ve memleketimizin varlık sebebi devletimizi yeniden yapılandırma, açılan yaraları onarma zamanıdır..