BİZİM BURJUVALAR EŞRAFTAN ESNAFA KADAR OLAN KESİMDİR

Kanaatim odur ki; öncelikle şu soruya yanıt aramalıyız; Türkiye burjuvazisi nasıl bir burjuvazidir?.
Üstad Mahfi Eğilmez'in şu tespiti haklıdır ve yerindedir; Bizdeki burjuvazi, az sayıdaki istisnalar hariç,
esnaf burjuvazisinden ibarettir..
Mahfi Eğilmez'in bu tespitine paralel olarak Merkez Bankası eski Başkanı, şu sıralar İYİ Parti
milletvekili olarak görev yapan Durmuş Yılmaz’ın 'Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana
tavır almamıştır' şeklindeki yorumuyla birebir örtüşmektedir..
'Neden?' diye soracak olursanız!.
Burjuvazi kavramının şehirli olmaktan başlayan tarihsel sürecini uzun uzadıya anlatmaya başlamadan
şimdilik şu kadarını söyleyelim: Burjuvazi, sermaye sahibi olmanın yanında kendine özgü bir dünya
görüşüdür. Ki, bunun adı düpedüz liberalizmdir ve belli bir rasyonaliteyi yani gerçekçiliği içerir. Aynı
zamanda kendine özgü kültürü ve yaşama biçimi olan bir sınıftır burjuvazi. Yani her parası ve de
malı mülkü olan burjuva değildir.
Örneğin; Ünlü müteahhit Ali Ağaoğlu ya da bir zamanlar 'Anadolu Kaplanları' diye epeyce şişirilen
Anadolu sermayesinin sahipleri kesinlikle burjuva değildir, hiçbir dönemde de olmamıştır. Burjuvazi,
feodalizmi alt eden ve kapitalizmi kuran bir sınıftır. Tam bir feodal sistem olmayan Osmanlı’nın
mülkiyet sistemi ve buna bağlı olarak güçlü bir merkezi despotik imparatorluk olması kapitalizmin
gelişmesini engelledi. Dolayısıyla Osmanlı’da hemen hemen ne bir burjuva sınıfı ne de işçi sınıfı
olmamıştır. Elbette Levantenler, ayanlar ve ticari sermaye sahipleri vardı. Elbette imparatorluğa ait
tersanelerde, tütün, tekstil, cam işkollarında işçiler vardı. Fakat bütün bunlar ne tam bir burjuva sınıf
yapısına ne de işçi sınıfı yapısına denk düşmüyordu. Dönemin para ve gayrimenkul zenginleri olan bu
gruplar ile mevcut işçi gücü dönemin iktidarı ve bürokrasisi karşısında bir güç oluşturamıyorlardı.
Osmanlı’nın çöküşü içinden çıkarak kurulan Cumhuriyet, tarihsel koşullar gereği bir sınıf devleti olarak
değil, asker-sivil bürokrasi ve kısmen 'Taşra Mütegallibesi' denilen topluluk tarafından kuruldu.
Devleti kuran bu iktidar, yapısı gereği toplumun tüm hayatını kontrol altına aldı. O dönemin temel
düşüncesi 'eğer cumhuriyetin burjuvazisi yaratılacaksa, kendine bağlı ve kendi eliyle yaratılmalı' idi.
Erken Cumhuriyet döneminde yani 1924 yılında toplanan İzmir İktisat kongresi bunun başlangıcıydı.
Aslında o süreçte buna gerek de vardı ama yöntem belki de yanlıştı. Çünkü sözünü ettiğim çabalar ve
girişimler ile liberalizmin önünün açılması gerekiyordu ama açılamadı. Çünkü merkezi otorite, yani
cumhuriyetin muktedir egemenleri otoritesinden ve kontrol alanından bir şey kaybetmek
istemiyordu.
Devlet; hazine arazileri, vakıflar, finans, krediler, ihaleler gibi kamu kaynaklarının sahibi olarak
liberalizmin uygulanmasına engel olduğundan, Cumhuriyetin burjuvazisi de devlet eliyle devletin
olanakları en iyi biçimde kullanarak oluşmaya başladı. Bu durum özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası
konjonktür gereği çok partili yaşama geçişten sonra hız kazandı. Türkiye’de zenginleşmenin temeli
kamu kaynaklarını kullanma olanaklarından geçer. Bu olanaklara sahip olmak için de devlete ve onun
yürütücü gücü iktidara biat edilirdi. Bu iktisadi gerçeklik zamanla Türkiye’de siyaseti tepetaklak eden
bir sonuç doğurdu. 'Siyaset toplumsal hayatı daha iyi hale getirmenin bir aracı, yarışı olmak yerine,
kamu kaynaklarını talan etmenin bir aracı haline geliverdi. Kamu kaynaklarından beslenerek
büyüyen burjuvazi, hep devlete bağlı ve onun izin verdiği ölçüde siyasal tutum aldı. Beslendiği yerin
savunuculuğunu yaptı. Onun için Türkiye burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı,
alamadı ya da almak istemedi.' Peki, bütün bu zenginleşmeyi bir 'burjuvazi sınıfı' olarak saymak
mümkün müdür?.
Elbette değildir. Bence bunların pek azı hariç, geri kalanına para ve gayrimenkul sahibi 'esnaf' demek
gerekir. Şimdi bu noktada dilerseniz, çok önemli tarihsel bir saptama daha yapalım. Hani dedik ya
'Cumhuriyet bir sınıf devleti' olarak kurulmadı. Bugün bile Türkiye'de bir burjuva iktidarından söz
etmek mümkün değildir. Koskoca Fransa’yı dahi yönetemeyen bu burjuvazi, iktidarı 1799 yılında
Bonaparte’a teslim etti ve yaklaşık 50 yıl Bonapart ailesi iktidar oldu. Birçok ülkede burjuvazinin

yerine aslında iktidarı yürüten bu sözünü ettiğim 'asker-bürokratik' iktidar ortaklığı için siyasal
literatüre Bonapartizm kavramı girmiştir.
'Peki, bu durum Türkiye’ye benziyor mu?' diye sorarsanız. Aslında burjuva sınıfının niteliği anlamında
değil ama iktidarın asıl sahibi anlamında 'evet, benziyor' diyebiliriz. İktidar tarafından kredilerin,
hazine arazilerin, ihalelerin tahsisinin yapıldığı, istenmeyen iş sahiplerinin vergi ve benzeri yollarla
sıkıştırıldığı, iktidarın tercihine göre sermayenin el değiştirebildiği Türkiye’de tam bir kapitalist toplum
yapısından söz etmek mümkün değildir. Gerçekten de 'ne böyle bir devlet bir burjuva devleti, ne de
burjuva, diye adlandırılan sınıf bir burjuva sınıfı vardır' Böyle bir düzen veya sistem ya da rejim için
mutlaka bir tanım yapmak gerekiyorsa bence bunun adı 'Bürokrasi-siyasetçi-iş dünyası ittifakından
ve Türk-İslam sentezli sosundan oluşan çarpık bir kapitalizmdir' diyebiliriz. Eğer Türkiye'de
ekonomisiyle, hukukuyla, eğitimiyle, kültürüyle tam anlamıyla bir burjuva sistemi olsaydı, örneğin;
çocuk tecavüz ve katliamları, kadın cinayetleri bu denli yaygın ve sıradan olmazdı. Bu ülkede egemen
siyaset, popülizmi bu kadar arsızca kullanılamaz, örneğin; seçim öncesi emeklilere ikramiye veremezdi
ve gelenek, toplumun mengenesi haline getirilemezdi. Dahası ülkemiz, bilim, kültür ve sanat alanında
bu denli bir çoraklaşma yaşamazdı. İktidar, medya sultası kurmak için kamu bankalarından milyar
dolar kredileriler kullandıramazdı. Dünyanın en güzel topoğrafyasına ve tarihi kentine sahip olan
İstanbul, doğası, kültürü ve tarihiyle betona gömülemezdi. Bu çarpıklıklara ve dolayısıyla yanlışlara
daha yüzlerce örnek verilebilir. Sözün özü; Ülkemiz 21'ci, yüzyılda bile sistematik bir burjuva siyasal
sistemine muhtaç halde bulunmaktadır!.