Çevremde, tanıdıklarım içinde aşure sevmeyen yok.

Aşurenin tarihi, insanlığın tarımcılığa başladığı ilk zamanlara kadar dayanır.

Fakat aşurenin bir de biline hikayesi var. Hz. Nuh, haftalarca Büyük Tufan ile başa çıkmaya çalışmıştır. Büyük Tufan’dan kurtulup karaya ayak bastığı ilk an, gemisinde kalan malzemeler ile günümüzde aşure olarak bilinen tatlıyı yaparak çevreye dağıtır.

Tabi aşure yapımının bir de zamanı vardır.

Muharrem ayının 10. gününde aşure yapılarak dağıtılır.

Yine bir dini inanca göre aşure Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilişini anmak için yapılmaktadır.

Görünürde kayısıyla fasulyeyi, inciriyle nohutu buluşturan bir lezzet ama altında nice derin anlamlar yatıyor. Her bir malzeme, insanlığın ortak kaderinden bir parça sanki… Kimisi tatlı, kimisi buruk, ama birlikte pişince bir mucizeye dönüşüyor.

Anadolu’da bugün paylaşmanın da başka bir adıdır. Anneler kazanlarda pişirir, komşulara tabak tabak dağıtılır. Evlerde “paylaş ki bereketin artsın” inancı hâkimdir. Aşure kazanının başında dua edilir; “herkesin gönlünden geçeni versin Rabbim” denir. Kazan büyür, tat büyür, dualar çoğalır.

Modern zamanların hızında kaybettiğimiz o “birlik duygusu”, işte aşure kazanının buharlı sıcaklığında yeniden can bulur. Belki sofralarımız kalabalık değil artık, ama o eski incelikleri yaşatmak hâlâ elimizde.

Belki de bu Aşure Günü’nde bir kazan değil ama bir tencere aşure yapalım. Bir komşuya, bir ihtiyaç sahibine, bir dosta götürelim. Bize düşen; “çoklukta birlik” fikrini, sadece kazanda değil hayatımızda da pişirmek.

Çünkü ne demiş atalarımız: “Aşurede her şey var, ama hiçbir şey tek başına değil.”

Saygılarımla.